7 Kasım 2010 Pazar

KELİMELERİN ve NESNELERİN DÜNYASI...

Olivier Rolin
NOTOS ÖYKÜ 
Ağustos-Eylül 2010 Sayısı
 
Son romanı “Odalar”la Türkiye’ye doğru bir yolculuğa çıkan ve bir dizi etkinlikle Türkiyeli okuyucularıyla buluşan Olivier Rolin’le “Odalar”ı, Odalar dolayısıyla da yazma serüvenini konuştuk.

- Michele Deguy otel odalarını var oluşla ilişkilendiriyor. Odaların insanlık halleriyle birlikte bir açmazdan ötekine süren varlık durumundan... “Oda rüyaya girer. Oda düşsel olur. Kiralandığı gece gibi sonsuza dek eşsiz; tipolojiyle birleşir” diyor. Odaların varlık durumundan var oluşla ilişkilendirmesinden söz eder misiniz?

Michel Deguy Fransa’da çok önemli bir şair. Sorunuza cevap vermeden önce kısa bir anekdot anlatmak istiyorum. Michel erkek ismidir. Fakat o bu kitapta ismini Michèle Deguy olarak, yani kadın ismi olarak kullandı. Aslında kendisi çok ünlü bir erkek şair... Bu kitap için, bir oyun oynayarak, kendini kadın olarak gösterdi, ve yazdı.

Sorunuza cevap vermekte zorlanıyorum. Ama kısaca şöyle: beni oluşturan unsurların bazıları benimle birlikte, benim kadar uzun yaşıyor. Öte yandan “ben”i oluşturan “ben”lerin bazıları ise sürekli ölüyor, sürekli yok oluyor. Şu an İstanbul’dayım, yani; “ben” İstanbul’da. Coğrafi bir “ben”den söz ediyorum. Ve işte o coğrafi olan “ben” mekan değiştikçe sürekli ölüyor. Mayıs ayında bir ay Azerbaycan’da, Bakü’de kaldım. Oradaki “ben” şu an ölü mesela. Çünkü orada değil artık. Bu nedenle var oluşla bir bağlantı kurmak istiyorsak eğer, “ben” ve var oluş, otel odası ve var oluş arasında, şunu söyleyebilirim: otel odasındaki “ben” sürekli ölen bir “ben”. Varlığım otel odasının maddeselliğiyle sınırlı. Yani o anlık var ama ondan sonra yok. Böyle bir bağlantı kurabilirim.

- Olivier Rolin oda oda gezerek, süreksizliğe karşı koymak, yani kopuşun kaçınılmazlığından öç mü almak istiyor?

“Sırça Otel’de Bir Oda” romanımda yazdığım gibi, şöyle bir takıntım var: hafızamın bir gün yok olması. Geçmişe ait anılarım, geçmişe ait hafızam sürekli bir yırtılma içerisinde. Ve en büyük korkularımdan biri, ileride bir gün dostlarımdan birine gidip de “ben nasıl biriydim?” diye sormak. Biri bana gelse dese ki: “Sen 3 sene önce birini öldürdün”, belki de hatırlayamayacağım geçmişle ilgili olduğu için beni buna ikna bile edebilir. Bu sıkıntıyı da, yani gelecekte benliğin yitirilmesi sıkıntısını, bununla ilgili sıkıntılı ruh halini şöyle düşünerek yendim: tamam olabilir, geçmişi unutabilirim, belleğimi yitirebilirim, ama bana geçmişimden bir şey kalacak, o da bütün detaylarıyla, büyük bir titizlikle anlattığım otel odaları. Bu, geçmişin yok olmasına karşı geliştirdiğim bir silah, bir mücadele şekli. Aynı zamanda bu bence kaybedilmiş bir savaş, çünkü bana geçmişimin kanıtı olarak elimde kalan tek şey, bu kadar geçici. Dolayısıyla da bu, kaybedilmiş bir mücadele, bir savaş...  

- Bu nedenle mi odaların figürlerinden biri gibisiniz?
Evet. Evet. Anlattığım hikayelerde iki şey var: aynada baktığım yüzüm. Burada Sırça Otel’de bir Oda kitabımdan bahsediyorum tabii. Sırça Otel’deki bu otoportreler, aynada bakıp da oluşturduğum bu otoportreler, öyle kendime bakıp da kendime iltifat ettiğim şeyler değil. Çünkü zamanın izlerini göz ardı etmem mümkün değil elbette. Ve diğer taraftan da, “ben”lerden bir tanesi var ve o, benim olmak istediğim “ben”lerden biri. Mesela ben bir casus olabilirim. (Gülümsüyor.)

Olivier Rolin ve Sibel Doğan
- Gil Courtemorche “otel odalarına takmıştı kafayı... Kaçığın tekiydi” diyor sizin için. Öyle misiniz?

Evet. Kabul ediyorum kaçık olduğumu. Kaçık olmasaydım yazamazdım. Yazarların çoğu kaçaktır zaten.

- François Hartog'un bir eleştirisi var size. İnsanların, kitabınızın kuramını çıkarma tongasına düşmesi hoşunuza gidiyormuş. Onun deyimiyle buna bayılıyorsunuz. Eleştirmenler ve öteki göstergebilimcilere, notlarınızda küçük roller vererek dalga geçmekten de geri kalmıyormuşsunuz...

Aslında bu, özellikle bayıldığım bir şey değil. Eleştirmenlerin ve akademisyenlerin yaptıkları bazı eleştiriler beni çok şaşırtıyor. Şaşırtıyor ve bundan rahatsızlık duyuyorum. Çünkü bir şekilde, istemeden onları hayal kırıklığına uğratmış gibi hissediyorum kendimi. Bahsetmediğim bir şeyi bahsetmişim gibi algılıyorlar ve diyorum ki; ben o kadar da akıllı, zeki biri değilim.
Kitaplara eklediğim notlarda, kendimle ilgili bir eleştiri uyduruyorum onlarla alay etmek için, kendi eleştirimi yapıyorum. Ama komik olan, bana çok çılgınca gelen bir yorumuma tekrar bakınca, o kadar da çılgınca değilmiş diyorum, çünkü içinde gerçeklik de var. Bunları yazarken öyle aptalca bir eleştiri yapmayı hiç başaramadım. Çok saçma ve aptalca bir eleştiri uyduramadım. Mesela bir eleştiri yazısı yazdım, uydurdum. Burada bazı eleştirmenlerle dalga geçiyordum yine ve diyordum ki; “her roman kişinin kendi yaşadıklarıyla başlar, daha sonra bir kurguya dönüşür, daha sonra da otofiksiyona dönüşür”. Bunu dalga geçmek için yazdım, ama bakıyorum bu söylediğim de doğru. Ne kadar farklı niyetle söylemiş olsam da, doğruluk payı yok değil. Bu açıdan ele alırsak doğru olduğunu söyleyebiliriz yani.

- Yine Hartog odaların gerçekle kurgu arasındaki bir boşluk gibi işlendiğini söylüyor. Oyunun sürmesi için gerçek ile kurguyu aynı düzlemde işleyerek ara-uzamlar yaratıyorsunuz. Bir çeşit sanal ortam yaratıyorsunuz diyebilir miyiz buna?

Ben buna cevap veremeyeceğim, ama bunun yerine başka bir şey söyleyeceğim. Bu kitabın iki oyunu var. Tamamen gerçek olanla kurguyla ve hatta neredeyse kurgunun karikatürleşmiş hali arasında bir oyun bu. Kurguyu karikatürize eden, biraz masalımsı, biraz saçmaya yakın haliyle, kurgu arasında bir oyun. İçinde çizgi romanımsı bir şey de var. Mesela kitapta bir televizyon aracılığıyla uzayda sörf yapan biri var. Bu neredeyse çizgi romanımsı, gerçekle ilgisi olmayan bir şey. Neticede bu kitabın yaptığı oyun tamamen kurgusal dünya ile gerçekliğin en uç noktası arasında bağ kurması ile ilintili. Neredeyse kurgusalla, masalımsı bir kurgusallıktan bahsediyorum. Kurgusal olanla ki, bu bazen gerçekliğin sınırlarını zorluyor, gerçekliğin en uç noktasındaki oyundan... Bu ikisi arasındaki oyunda, bir yanda televizyon aracılığıyla Mars’a giden o adam, diğer yanda da odanın en ince ayrıntıları, gerçekliği… Çok gerçekçi orası... Yani neredeyse marangozun çizimi gibi, odanın tüm detaylarındaki bu gerçeklik, diğer tarafta da düşsele varan masalımsı kurgusallık. Kitapta bir yerde, çok da inandırıcı olmayan bir hikaye anlatıyor anlatıcı. Sonra da diyor ki; inanmıyorsanız hikayeme, şu otelin şu odasına gidin… Yönlendirirken odanın tüm detaylarını veriyor. İnandırıcı olmayan hikayesine inandırıcılık katmak için hikayede iki detayı da veriyor anlatıcı.

- Odalara terkedilmişlikleri, yüz çevrilmişlikleri dolayısıyla acıma duyuyor musunuz?

Hayır acımam.

- Bu, “hayır” yanıtıyla odaların kesinlikle duygusuz olduğunu anladım. Odaların duygusuzluğunun sebebi ne? Süreksizliği mi? Tüm ilginizi onlara verip iki kitabınızda da onları anlattınız, ama ilgisiz ve yansızsınız da onlara karşı.

Bu kitaplarda oyunlar var. Ama tabii akıllıca, zekice planlanmış oyunlar. Buradakiler gerçek kişiler değil. Bazıları neredeyse çizgi roman karakterleri... Anlatıcının da, yani benim adımı taşıyan kişinin tek bir duygusu var sadece: Melanie Melbourne isimli kadın. Anlatıcının tek duygusu orada o.
Gerçek bir insan, neden bir otel odasıyla bağ kursun veya yakınlık kursun ? Yani gerçek hayattaki biri için bile bu uzak görünen bir şey. Ki, kitaptaki bu kişinin de tek bir duygusu var dediğim gibi; o da Melanie Melbourne adlı kadın.

 - Bakü’de bir ay boyunca kaldığınız odayla hiçbir bağınız yok mu yani? Uzun süre kalınca alışkanlıklar oluşmadı mı? 

Aslında çok nadirdir bir otel odasında bu kadar uzun kaldığım. Ve evet, Bakü’deki bu odayı çok sevdim. İyi bir rastlantı oldu yani. O odada fotoğraflar çektim, çünkü artık tasvir etmiyorum. Onunla bir bağ kurdum, evet doğru. Yani onunla bir duygusal bağlantı kurdum. Aslında başkaları da var. Şili’deki Valpairoso’da bulunan la Casa Somerscales otelinde bir oda var mesela. Bembeyaz bir oda bu ve muhteşem bir Pasifik manzarası var. « Somerscales Evi » adlı bu otel adını 19. yy’ın sonunda burada oturan İngiliz ressamdan almakta. İşte o otelin o odasıyla da farklı bir bağım var. (Gülüyor.) O odayı da seviyorum.

- Bakü'deki otel odanıza gelelim istiyorum. Kitabınızın 2004'teki Fransa baskısında Olivier Rolin'in doğum tarihi 17 Mayıs 1947, ölüm tarihi de 2009 olarak geçiyor sanırım. Bakü'deki otel odanızda ölüyorsunuz. Önce, neden ölümünüzü Bakü'de düşündünüz diye soracağım, ardından da bu ölüm durumunun mitolojik yönüne değinmenizi rica edeceğim. Mitolojide -Yunan mitolojisiydi sanırım-, unutuş nehri olarak geçen, suyundan içenlerin geçmişini unuttukları ölüm nehri ile bağlantısını...

Önce neden Bakü’yü seçtim onu anlatayım. 2002 yılında Afganistan’a gitmiştim. Afganistan’a gitmek için direk uçuş yoktu. Bakü’den aktarmalı bir uçağa bindim. Bir gece kaldım orada. Kaldığım otelin adı Otel Apşeron’du. Kaldığım oda numarası da 1123’tü. Bu otelin adı Yunan Mitolojisindeki Akeron’a yani Ölüm Nehri’ne çok benziyordu: Akeron ve Apşeron arasında bir bağlantı kurdum. Tabii önce odayı, odanın tüm detaylarını anlattım, yazdım. Buraya nasıl bir hikaye yazayım, uydurayım diye düşünürken otelin adı ölüm nehrini çağrıştırdığı için bu odada intihar ettiğimi kurguladım. Kendi ölümümün hikayesini böyle yazdım. Ve bir tarih seçtim bunun için. Kitap 2004’ye yayınlanmıştı. Kendime 5 sene verdim yaşamak için. O nedenle kitabın biyografi yazan bölümünde ölüm tarihim “2009 Bakü” olarak gözüküyor. Ama tam 5 sene geçti ve 2009’a geldim. Herkes bana sakın Bakü’ye gitme dedi. Batıl düşüncelerimiz olmasa bile yine de ya ölüm seni orada yakalarsa diyerek, Bakü’ye gitmemem için beni uyardılar. Gittim. Ne olacağını görmek istedim. Bakü’ye vardığımda Otel Apşeron’un yerinde olmadığını gördüm, yıkılmıştı. Tabii benim ölmem gereken oda da yıkılmıştı. Yani otel benden önce ölmüştü.
Bunların hepsi kelime oyunu tabii. Apşeron’un adından çıkmış şeyler. Ve evet, diğer adıyla da çok yakından ilgisi var. Unutuş Nehri’yle. Unutmak da bir şekilde ölmek demek. En başta söylediğim şeye geleceğim, unutma sıkıntımla ilgili kısma. Ben eğer bir ay önce ne yaptığımı hatırlamıyorsam, o, artık o benin ölmüş olduğu anlamındadır. Ve kitap yazmak da bir şekilde unutmaya karşı, ölüme karşı verilmiş bir mücadeledir.

- Kelimelerle ilişkinizi anlatır mısınız? Yazmak bir büyü sizin için, kelimelerle görüntü yaratan bir büyücü olarak bu büyüden söz eder misiniz?

(Kahkaha atıyor.) Bir Fransız şair var. Francis Ponge. Onun en ünlü kitabı “Şeylerin Taraf Seçmesi” (Le Parti pris des choses) diye bir kitabı var ve bu kitabında kısa metinler var. Ponge orada kelimelerle çok basit şeyleri anlatır. Bir bardak su, bir taş… Çok basit şeyleri yine çok basit bir şekilde anlatmaya çalışır. Ve orada şunu söyler: nesnelerin dünyası ile kelimelerin, sözcüklerin dünyası tamamen ayrıdır. Farklı iki dünyadır. Ve bir dünyadan diğerine geçiş yoktur. Biri nesnelerin diğeri de sözcüklerin dünyası. Ama nesneleri sözcüklerin dünyasında yeniden yaratmak gerekiyor. Bu nedenle cisim kadar gerçek, onun kadar var olan, var olduğunu hissettiren bir şey yaratacak güçte kelimeler kullanılmalı ki, o nesnenin gerçekliği kadar, hissettirdiği gerçek kadar gerçekliği olsun anlatılanın. Mesela bir yaprağı betimlemek istersem, bana yaprak yardımcı olamaz onu anlatmam için. Ama ben onu sözcük objesi haline getirmeliyim ki o, yarattığım sözcüklerle bir yaprak olsun. Ve sözcükleri işlemeliyim, onun şu anki hafifliğini, rüzgarda salınışını işlemeliyim ki ona sözcüklerle bir gerçeklik verebileyim. İşte büyü bu. Sihir bu.

- François Bon “Sırça Otel'de Bir Oda adlı o tuhaf roman...” dolayısıyla, “Mobilyalar, düzen, yazı masası ya da televizyonun markası (ne çok televizyon markası varmış bu arada) gelmiyor aklıma. Olivier Rolin dışında bu alanda ayak direten tek bir kişi tanıyorum: Rolling Stones'un davulcusu Charlie Watts” diyor. O da 1970'te başlamış çizmeye... Çizgi ve roman! Resimle ilişkilendirdiniz yazıyı, ya müzik? Müzik ve romanın bir ilişkisi var mı?

Elbette. Bazı romanlar vardır, orada müzik o romanın dokusunun içindedir. Romanın dokusunun bir parçasıdır. Ünlü bir örnek vermek gerekirse, Proust’un Yitik Zamanın Peşinde romanında Venteuil karakterinin etrafındaki her şey müzikle ilişkili. Doğru, müzik bir romanın doğrudan parçası olabilir, doğrudan bir ilişki içerisinde olabilirler. Ancak, bu benim romanım için ne yazık ki geçerli değil. Çünkü müzikle böyle bir ilişkim yok. Bu nedenle de benim romanımda geçerli olduğunu söyleyemem. Bu, aynı zamanda üzüldüğüm bir şey. Sinemaya karşı duyduğum çekince de aynı sebepten. Eski bir kıskançlığa dayanıyor tüm bunlar. Çünkü sinemada, sinemacılar için müzik sinemanın ana unsurlarından biridir. Sinemacı müziği ana unsur olarak filminde kullanabiliyor ve bu da bende kıskançlık yaratıyor çünkü ben romanlarımda müziği kullanmayı bilmiyorum.

Olivier Rolin ve Sibel Doğan
- Makaron kardeşlerin makaron kurabiyelerini kim yedi?

(Kahkaha atıyor.) Bilmiyorum.

- Melanie Melboune şimdi nerede?

Kanada’da galiba.

(Gülüyoruz.)

- Çok teşekkür ederim…

Ben teşekkür ederim. Zor ama güzel sorular sordun, cevap vermekten büyük bir keyif aldım.

22 Ekim 2010 Cuma

O ARTIK BİR ORGANIMIZ

“Hayatımız kolaylaşıyor hipnozunun peşinde dijitalize oluyor, sanallaşıyoruz.”

Türkiye’deki cep abonesi sayısı 67 milyon, yani nüfus kadar. Cep telefonu sayısı 114 milyon, yani nüfusun bir buçuk katı kadar. Baz istasyonu sayısı ise 36 bin, yani her 2 bin kişiye bir baz istasyonu düşüyor. Türkiye halkı yaklaşık olarak günde 213 milyon, saatte 8,9 milyon, dakikada 147 bin ve her saniyede 2.500 adet SMS atıyor. Aynı halk günde 203 milyon dakikayı yani 3,4 milyon saati cep telefonuyla konuşarak geçiriyor. Ve bu yıl 12 milyon kişinin 3G hizmeti alacağı tahmin ediliyor.

Pew Internet & Life Project tarafından ABD’de yapılan bir araştırmada, gençler arasında cep telefonu kullanım oranının her geçen gün daha da arttığı sonucu elde edilmiş. 2.134 kişi arasında yapılan ankete göre, 12 ila 17 yaş arasındaki gençlerin yüzde 71’i cep telefonu sahibi. Gençler arasında cep telefonu kullanım oranına yaş aralıklarına göre bakıldığında ortaya çok daha ilginç sonuçlar çıkıyor: 12 ve 13 yaşındaki gençler arasında cep telefonuna sahip olma oranı araştırmaya göre yüzde 52. Yani; daha çocuk yaşta olanların yarısından fazlası cep telefonu kullanıyor. Dünya gençleri ve çocuklarında durum böyle. Türkiye’de ise böyle kapsamlı araştırmalar yapılmıyor. Ancak 2004’te yapılan bir araştırmaya göre, Türkiye’deki gençlerin yüzde 75’i cep telefonuna sahip olmanın kendilerini güvende hissettirdiğini düşünüyor. Sonuç mu? Gençlerde anksiyete (sıkıntı), okuldan soğuma, derslerde başarısızlık, stres ve uyku bozukluğu…

Görülen o ki Türkiye tarihinde halkın bu kadar çabuk kabul edip hayatına soktuğu ve “bağlandığı” başka bir teknolojik ürün yok… aslında hayatına sokmak fiili hafif kalıyor, çünkü cep telefonunu koynuna alanlar bile var! 3G’nin getirdiği teknolojik imkanlarla sanal sevgilinizi izleyebiliyor, ondan farklı isteklerde bulunabiliyorsunuz. Bunun hazzını yaşarken, sanal kadınlara kur yapacak kadar yalnız olduğumuzu, hakiki olandan ne kadar uzağa düştüğümüzü unutuyoruz. Ama olsun: “Yaşasın, aradığımız her şey(!) ceplerimizde!”

Bu arada, Avrupa Birliği bünyesinde giysilerde taşınabilir telefon projeleri başlatılmış. Gömüldüğü yerde çiçek açan ve hatta sivrisinek kovan telefonlara ne dersiniz!

“Beyninizle Rus Ruleti Oynamak İstemiyorsanız Uyarıları Dikkate Alın!”

Geldik meselenin can alıcı yerine: Kanser yapan malzemeleri her yıl düzenli olarak, özelliklerine göre gruplara ayıran Uluslar arası Kanser Araştırma Ajansı (LARC), “elektromanyetik alanları” “muhtemel kanserojenleri içeren” 2-B grubuna aldı. Bilindiği gibi elektromanyetik alanlar, cep telefonları ya da baz istasyonlarından maruz kalınan radyo dalgalarını da içine alıyor. “Muhtemel kanserojen içeren” terimi muğlak geliyorsa, daha net bir açıklama İngiltere Radyolojik Koruma Kurulu’ndan geldi: “Cep telefonları küçük çocuklarda tümör riski yaratıyor.”

Suçlu sadece cep telefonları değil elbette, onun suç ortakları da etrafta cirit atıyor: Baz istasyonları, yüksek gerilim hatları, mikrodalga fırınlar, bilgisayarlar, televizyon ve radyo vericileri… aslında elektrikle çalışan cihazların hepsi. Bunları elektromanyetik çete diye adlandırabiliriz ya da günlük hayatın bir kesiti…

Gerçekler Satın Alınabiliyor!

Altı farklı ülkeden bilim insanının hazırladığı raporda cep telefonu radyasyonunun biyolojik zararları kanıtlarıyla beraber şöyle sıralanıyor:

• Elektromanyetik alanlara maruz kalmak belirli hücre tiplerinde gen, DNA ve kromozomlar üzerinde hasara yol açabilir.
• Isı şoku proteini (stres proteini) oluşumuna sebep olabilir.
• Bağışıklık sistemini zayıflatır.
• Elektrohipersensitiviteye (elektromanyetik alanlara karşı aşırı hassasiyet sonucu fiziksel rahatsızlıkların görülmesi) sebep olur. Elektrohipersensitivite sinir sistemi rahatsızlıkları, baş ağrısı, halsizlik, stres, uyku bozukluğu, ciltte yanma ve batma hissi, acı, alerji, göz yanması, sabırsızlık, kaşınma, kalp ritim bozukluğu, nefes alamama, denge kaybı, depresif ruh hali, konsantrasyon bozukluğu ve benzeri problemleri kapsar.
• Nörolojik ve davranışsal rahatsızlıklara sebep olabilir, İnsan beyninin elektriksel aktivitelerini değiştirebilir.
• Beyin tümörü ve akustik nöromaya sebep olabilir.
• Çocuk kanserine (lösemi) sebep olabilir.
• Alzheimer hastalığına ve meme kanserine sebep olabilir.

Bunlar burada sıralayabileceğimiz sorunlardan sadece birkaçı. Bunlara ek olarak, cep telefonlarının bir de uzun vadede etkilerine göz atmak gerekiyor, ama yukarıda sayılanların yanında bu etkiler tahmin edilemeyecek türden değil. Asıl mesele; bugün hala cep telefonlarının zararsız olduğunu ve hatta cep telefonlarını çocuklarımızın eline gönül rahatlığı ile tutuşturabileceğimizi söyleyenlerin olması. Sektör milyar dolarlarla ifade edilen bir hacme sahip. Bu yüzden gerçekler satın alınabiliyor!

Şimdiye kadar aktardığım tüm gerçekler Prof. Dr. Selim Şeker’e ait. Şeker’in Hayykitap’tan çıkan “Cep Tehlikesi” adlı kitabı, bir süre uykusuz kalmama neden olmakla beraber, uyanmamı(!) da sağladı.

İşin Duygusal Boyutu Sadece Eski Toprakları Huzursuz Ediyor!

Sevdiklerimizin özel ve tüzel tüm hayatını teknolojik cihazlarla takip ediyoruz. Ruh hallerini yüzlerindeki ifadeden değil de, mesajlarda, nasıl olduğunu bile anlamadığımız bir şekilde hayatımıza giren smiler’lardan anlamaya çalışıyoruz. Giderek mekanikleşiyor, giderek yalnızlaşıyoruz. Adına teknoloji mi diyoruz? Aslında galiba ebeveynlerimizin yeni nesille karşılaştıkları her alışkanlıklar dışı meseleye yaklaştığı gibi yaklaşıyoruz. Ama yine de alışkanlıklarımızın sıradanlığından kendimizi sıyırmaya çalışıyor, her yeni mesajla gülümsemeyi ve aynı gülümsemeyle yanıtlar yazmayı becerebiliyoruz… Deyip, kendimizi rahatlatıyoruz.

Emin değilim, ama sanırım bir yerlerde okumuştum bu cümleyi: Mouse'daki işaret parmağımla, cep telefonumdaki başparmağımın ucunda onca ömür... Anlamlandırma çabalarını bir kenara bırakıp, önlem almak için geç kalmışlığımıza yanmaya başlamadan, önlemler için rant dışı uzmanların uyarılarını dikkate almamızın zamanı çoktan geçti. Hala ne bekliyoruz?

15 Ağustos 2010 Pazar

Notos’un Ağustos-Eylül, 23. Sayısı Çıktı

E-kitap hayatımızda


• Oruç Aruoba: “Gürültü içinde sessiz, kalabalık içinde yalnız.”

• Enis Batur: “Merak Cemiyeti”

• Hüseyin Cevahir: “Çocuk ve Allah’ta Simgeler, Görüntüler, Çelişmeler”

Edebiyatımızın önde gelen dergilerinden Notos, Ağustos-Eylül, 23. sayısında kapak konusunu E-kitap’a ayırdı. E-kitabın hayatımıza girişiyle birlikte ve zamanla basılı kitapların ortadan kalkacağı endişesi yerinde mi? Uzun yıllardan bu yana, çeşitli yeniliklerin ardından sık sık romanın ya da kitabın öleceği tartışmaları yapılmasına karşın, ne roman, ne de kitap hayatımızdan çekildi. Basılı kitap, açıkça söylenebilir ki, varlığı sona erdirilmesi olanaksız bir nesne olarak yaşamayı kesintisiz sürdürecek. E-kitap ise, yayıncılık dünyasının yeni teknolojiyle arasını düzeltecek, yeni bir kapı açacak. Notos’ta e-kitap konusu, bütün bu yanlarıyla birlikte ele alınırken, okurlar için bir “e-kitap kılavuzu” yerine geçecek bilgiler veriliyor.

Derginin bu sayısında, felsefeci Oruç Aruoba ile yapılan söyleşi ve Sibel Doğan’ın Fransız yazar Olivier Rolin ile yapmış olduğu söyleşi var.

Notos, 68 Kuşağı’nın önde gelen kişiliklerinden olan Hüseyin Cevahir’in edebiyat yazılarını yeniden yayımlamayı da sürdürüyor. Hüseyin Cevahir’in, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiiri üstüne, Çocuk ve Allah kitabından çıkarak yazdığı eleştiri yazısının da dönemin edebiyat kültürüne önemli bir katkı olduğu görülüyor.

18 Temmuz 2010 Pazar

DESTE

Cumhuriyet Kitap - Sibel Doğan


“Karanlığı görmemişsen, aydınlığı bilemezsin. İnsanlar başlarına geleceklerden korkarlar genelde. Geleceği önceden görmenin daha iyi olacağına inanırlar. Geçmişte olanlar tekrarlanacaktır.”
“Şimdi…rahatça oturun. Güzel… kapatın gözlerinizi… işte böyle. Şimdi, çok zengin olduğunuzu e bir sarayda yaşadığınızı hayal edin. Güzel elbiselerinizin, yemek odalarınızın, uşaklarınızın olduğunu hayal edin. Aşçılarınız, bahçıvanlarınız, Fransız dadılarınız var.
Şimdi yemek salonunda oturmuş yemeğinizi yiyorsunuz. Masanın başköşesinde kocanız oturuyor. Genç ve güzel olduğunuz günlerde size aşık olup evlenen adam… Hayatın size sunduğu şey!.. Şimdi artık yıllar geçti üstünden!
Masada davetliler var. Komşularınız. Bir çift. Karıkoca. Aynı yaştasınız. Kadının öyle göz kamaştırıcı bir güzelliği yok; ama etkileyici. Sade giyimli ama akıllıca süslenmiş. Tüm güzelliği gerdanında toplanmış; zaten onu da omuzlarını açıkta bırakan kıyafetleriyle ön plana çıkarmış. Her ne kadar bu yıl renkli kıyafetler modaysa da, kadın kendine yakışanı giymiş. Akıllı. Nasıl konuşacağını, ellerini nasıl hareket ettirmesi gerektiğini ve hem hoş görünüp hem de nasıl öyle biri olunabileceğini öğrenmiş. Olması da, onun zekasının kanıtı. Mükemmel görünmek için ayna karşısında kaç kez prova yaptığını biliyor musunuz? Peki ya burnunu gizlemek için defalarca süslendiğini? Sonunda burnunu gizlemeyi başarmış…
Ve anlatmıyor, dinliyor. Kocanızın anlattıklarını dinliyor. Konuşan bulmak kolay. Çünkü her insan konuşma ihtiyacı duyar. Herkesin kendine göre bir derdi vardır. Ve genelde herkes kendi hakkında konuşur. Hep ‘ben, ben, ben, ben…’ Bu kadınsa dinleyici rolünde. Akıllı. Sizin kocanız onunla tekrar buluşmak için can atacak. Hem görünüşü hem de onunda zaman geçirmek hoşuna gidiyor. Ve nereden bileceksiniz ki, ilişkilerinin ne derece ilerleyip nasıl son bulacağını?
Bir erkek bütün dişilere aittir. Evet, sizinle evlenmiş… ama sizin değil. Kim onu kazanmayı başarırsa onun olur. O sizin olsun istiyorsanız, onu her gün kazanmanız gerekir. Ununu elemiş, eleğini asmışsın sen, dişi olmayı bırakmışsın.”
Şimdi ne yapacaksın? Kahredip kaderine, oturup ağlayacak mısın, akşam yemeği için soğanları doğrayıp, doğrayıp? “Gençliğimi verdim, gençliğimi verdim…” diye diye… Ne olmuş yani, gençliğin bir gün bitmeyecek miydi zaten? Evet, şimdi ne yapacaksın? Savaşacak mısın? Yoksa dişiliğini hatırlaman için gençliğin dışında tüm ömrünü de vermeyi mi bekleyeceksin?

Ya her şeyi biliyor olsaydın?
Bilmek istiyorum. Eğer bilirsem o zaman her şey benim kontrolümde olur ve söylemem gerekenler konusunda yanılmam. Bilgi koruyucudur…”
Önce İzmir Büyücüleri anlattı kendi dilince, bir kadının neler yapması ‘gerektiğini’ kitap severlere. Gözlemci olarak katıldığımız o serüvende kadınlara hınzır hınzır gülümsedik ilkin. Şimdi de “Hım” diyoruz, bilginin ışığı “Deste”de.

“O NE DERSE O GERÇEKLEŞİR”
Uzun, çok uzun zaman önce, eski zamanların birinde, daha yeryüzündeki sular birbirinden ayrımlamamışken üç kız kardeşin yaşadığı dönemde başlıyor “Deste”nin hikayesi. Üç kız kardeşin ikisi: Astart ve Valide ile başlıyor iyilğin ve kötülüğün mücadelesi.
Birinin aklı sadece iyiliğe, diğerininki de kötülüğe çalışıyormuş o zamanlarda. (Deste’ye göre hala…) ve anneleri Assyranta günün birinde, hiç kavga etmesinler diye onların topraklarını ayırmış. Her ikisi de “Mag” unvanını almış. Daha sonra insanlar onlara, o zamanlar “bilge” anlamına gelen Magisa, yani büyücü demeye başlamışlar.
Doğu’nun ve Asya’nın derinliklerinden çıkıp gelen “Deste”, İzmir Büyücüleri’nin ardından şimdi de Katina’nın Aşk Falı’yla bize ulaşıyor. Literatür Yayınevi’nden Büyülü Edebiyat serisinin 3. kitabı olarak çıkan (İlki İzmir Büyücüleri idi) ve Mara Meimaridi’nin yazdığı “Deste”, İzmir Büyücüleri’nin fala nasıl baktıklarını anlatıyor ve aslında kartlara inanmasanız da, günümüzde yapılan araştırmalarda yaşamı kolaylaştırmak adına verilen tavsiyeleri veriyor ve neler yapılması gerektiğini anlatıyor hanımlara. Dinleyin(!) onları.
“Hayatımız beynimizin içindedir. Etrafımızdaki dünya, tavırlar, davranışlar ve bunun gibi şeyler, biz duygularımızla onları nasıl algılayıp anlıyorsak öyledir. Algılar duyguları oluştururlar. Sevinçten üzüntüye, öfkeden suçluluk duygusuna kadar, olumlu ya da olumsuz tüm duygularımız, etrafımızdaki dünyayı olumlu ya da olumsuz algılamamızla ilintili olarak oluşur.”

OLUMLU HİSLER
İlerle! Daha fazla olumlu hislere sahip ol! Daha çok sevip daha az nefret et; daha az kıskanıp daha çok alçakgönüllü ol ki; bugünkü üzüntün dünkü mutluluğun gibi olsun. Başka bir deyişle dünkü mutluluğun bugünkünün yanında sönük kalsın, her günün bir önceki günden daha iyi olsun. Abanozun Ruhu (Selena)

Dengeli ve uyumlu ol! Yaşamın hem siyah hem de beyaz yanları vardır. Bu iki rengin arasında kalan her şey de bir renk tablosudur. Hayatta acı çekersin, sonra da mutlu olursun. Sevinmen için acı da çekmen gerekir. Mutsuz geçen dönemler, mutlu dönemleri getireceklerdir. Seni öldürmeyen bu acılar, seni güçlendirecektir. Böylece bütünlüğe ulaşacaksın ve sonunda da diyeceksin ki, “Ben hayatım boyunca her şeyi yaşadım. Tüm duyguları. Hem acı çektim, hem mutlu oldum, hem de kederden gözyaşı döktüm. Korktum da, sevindim de.” Sadece sevinci isteme! Üzüntüyü ve acıyı yaşamaktan kaçınma. Bu hoş olmayan duygular da var hayatımızın içinde. Dengeli bir kişi hem sevinir hem de üzülür. Derin sularda yüzmekten korkmamalı ve acı çekmekten kaçınmanın yeni tecrübeler edinmene engel olmamasını sağlamalısın. Riske gir! Cesaret et! Yakutun Ruhu (Arima)

Uyum amaçlı davranışlarda bulun! Her seferinde çevrene ayak uydur, uyum sağla. Aksi taktirde, sütün içinde boğulan sinek olursun. Davranışlarında aşırıya kaçma ve bir duygudan diğerine normal geçiş yap. Sakin ve sabırlı ol. Bir harekette bulunmadan önce bir kez daha düşün, kendine ikinci bir şans tanı. Daha esnek ol. Etrafındakilerle uzlaş ve onlara saygı duy. Zümrüdün Ruhu (Bedes)

Bilgilen ve değiş!.. aynı hataları tekrarlamamak için öğren ve düşün. Geçmişten ders al. Yeni bir şeyler istediğin zaman, hangi tavır ve davranışları sergilemen gerektiğini baştan öğren. Kendini tanı. İhtiyaçlarını belirle. Sorunlarının ne olduğunu belirlersen, onlara çözüm de bulunacaktır. Aklını aç. Ufkunu genişlet. İşte o zaman kafanı meşgul eden sorunların için bir çözüm bulacaksın. Elmasın Ruhu (İsfahan)

Denedim. Evet denedim ve iyi bir Magisa olamayacağıma karar verdim. Acaba Mara Meimaridi’nin sözünü dinleyip büyülü mü olsam…

18 Mart 2010 Perşembe

Ve o yıllar “insanları aldatmak daha kolaydı." Fotoğraflarla 20. Yüzyılın Sosyal Tarihi - Getty Images - Literatür Yayınları

Sibel Doğan

Koca bir yüzyılı kısacık bir yazıyla anlatmak, bir aşkı sayfalar dolusu anlatmak kadar zor. 
Aşkı bilmeyen anlamaz. Hissiyatımı kağıda dökme çabamı. Biriktirdiklerimizle anlıyor ve kavrıyoruz ya karşımızdakinin içindekini…

“1900’ler… İnsanlar müzikolleri, kabareleri, vodvil tiyatrolarını, dans pistlerini, film salonlarını ve kafeleri hıncahınç dolduruyordu. Bir bardak şarap ve biranın yanında ucuz bir puro herkese kendisini Rockefeller gibi hissetme şansı veriyordu. Kadınlar halka açık yerlerde sigara ve içki içmeye her tür sporu yapmaya başlamıştı. Bu arada araba kullanmayı ve çocuk sahibi olmamayı da öğreniyorlardı (ilk beceri çok daha kolay edinilebiliyordu tabii).

1910’lar… 1910 ile 1920 yılları arasındaki on yıl, 20. yüzyılın sıkıntılı gençlik yıllarına tanıklık etti. Protesto, saldırganlık, hüsran, endişe ve acı yanılgıların yaşandığı yıllardı. On yıl önce yeni yüzyılın getirdiği umutlar, 1924 ile 1918 yılları arasındaki Dünya Savaşı’nın kitle katliamıyla doruğuna ulaşan savaşların, devrimlerin, grevlerin ve silahlı ayaklanmaların yaylım ateşinde tümden yok edildi.

1920’ler… Ona Caz Çağı dediler, ancak bu çağ Jelly Roll Morton ya da Bix Beiderbecke’in ürettiği herhangi bir müzik parçasından daha çılgındı. Yirmili yıllar ilerlemeye başladıkça genel grev, doğum kontrolü, çarliston, radyo ve Rudolp Valentino hayatın farklı olacağını kanıtladı. Yıllar geçtikçe insanlar Hitler, Mussolini, Stalin, Hirohito ve Otuzlar’da tam bir ürkütücü anlam kazanacak olan diğerlerinin adlarına alıştılar. Sanatta Isadora Duncan dansın ruhunu serbest bırakmıştı, fakat bir trajik araba kazasında kendi boyun atkısıyla boğularak öldü. James Joyce yazımda yerleşik noktalama sistemine karşı çıkarak üne kavuştu.

1930’lar…

1940’lar… Silah ve cephane hariç, her şeyin kıt olduğu bir dönemdi. İnsanlar özgürlük için savaştılar, zafer için uğraştılar ve kurtuluş için dua ettiler. Anne Frank’ın Hatıra Defteri yayınlandı. George Orwell Hayvan Çiftliği ve 1984’ü yazdı. Bertrand Russell Batı Felsefesi’nin Tarihi’ni kaleme aldı. Batı uygarlığı hakkında ne düşündüğü sorulduğunda Gandhi, “Sanırım…” dedi, “çok iyi bir fikir olur.”

1950’ler… Sigara ile kanser arasında bir bağlantı olabileceği söylentisi henüz etrafı sarmış değildi. Hula hoop kalçaları inceltiyordu. Ve Tanrı Brigitte Bardot’yu yarattı.

1960’lar… Nelson Mandela ömür boyu hapse mahkum oldu. Yunanlılar krallarını tahtından indirdi. Bolivya’da Che Guevera, İsrail’de Adolf Eichmann ve Vietnam’daki My Lai köyünün savunmasız halkının kaderi vahşice öldürülmek oldu. Marlin Monroe aşırı doza kurban gitti, Elvis Presley aşırı yeme hastalığının pençesine düştü. Beatles sürekli olarak “ALL YOU NEED İS LOVE” (tek ihtiyacımız olan aşk) diyordu, ama yeterli değildi.

1970’ler…Yetmişler, olağanüstü kadınlar ve Süpermenler dönemiydi: Kadınlar cephesinde genç Thatcher, Kalkütalı Rahibe Teresa, siyah militan Angela Davis ve feminist hareket. Testesteron cephesinde Ho Şi Minh, Sylvester Stallone, Muhammed Ali, Ayetullah Humeyni ve Jesus Christ Superstar müzikali. İster sevelim, ister nefret edelim, göz ardı edilemeyecek insanlardı hepsi.

!980’ler… Modern sinemada sık sık rastlanan senaryolarda olduğu gibi, 20. yüzyılın sonu yaklaştığında, dünya iyiden iyiye kritik bir noktaya gelmişti. Zenginle yoksul, iktidarla halk, işgücü ile sermaye arasındaki gerginlik giderek arttı. Demokrasi hükümetlerin temeli değil aracı olmaya başladı. Komünist rejimde eksik olan kişisel özgürlük, sistemin sunduğu güvenceden daha fazla önem kazandı. Piyasada artık yeni birileri vardı; yeni yerlerde. Yeni yüzler. “Seksenlerin Parlak Genç Kadroları”, yuppie’ler ortaya çıktı; kibirli, hırslı, çalışkan ama uzağı göremeyen.

1990’lar… Körfez Savaşı, Colin Powel ve “Çöl Fırtınası” Norman Schwarzkoph’a şöhret, Kürtlere anlık da olsa “haber değeri” kazandırdı. Çeçenistan’daki savaş ise milyonlara sefalet getirdi, ama kimse şöhter olamadı. Bill Clinton ABD Başkanı olarak sekis anni mirabiles (muhteşem yıl) yaşadı; yüzündeki gülümsemeye bakılırsa her yılın keyfini çıkardı.”

2000’ler… 24. Tüyap Kitap Fuarı yapıldı. Kıt kanaat yola çıkıldı. Uzun çok uzun dakikalar ve kuyruklar boyunca beklendi. Buram buram nostalji kokan, artık dedenizin ve anneannenizin köyüne ulaşmak için bile kullanılmayan bir otobüsle yola koyulundu. Yine uzun çok uzun dakikalar ve İstanbul trafiğinin ardından, en sadık aşkınızla buluşma yerine varıldı. Kılık kıyafete çeki düzen verilerek o büyülü dünyaya adım atıldı. Aşkı yaşamayanların anlamayacağı gözlerle bakışılmadan tüm standlar dolaşıldı. 5 yaşındaki çocukların sürükleyerek taşımaya çalıştıkları kitaplara gülümsendi. “Biraz daha indirim yapamaz mısınız?” diye yalvarıldı. Okunmak istenen ama alınamayan daha nice kitapla vedalaşıldı. Daha 6 aylıkken kitaplarla tanışan bebeklere imrenildi. Okunmuş ve heyecanlanmaya sebep olmuş kitaplar, hiç tanımadığınız insanlarla paylaşıldı, yine aynı heyecan ve neşeyle. Ve aşkla. Yeni insanlarla tanışıldı. Yorgunluklar paylaşıldı, ama anlatılan hikayelerle biraz olsun azaltıldı. Neden sonra, koli bantlarının senfonisiyle terk etmeye hazırlanılırken sevdayı, hazırlanan yorgunluk kahvesiyle, kitaplara (özür dileyerek) sırt dönüldü. Ve olan oldu… Başka her şey anlamını yitirdi. “İnanamıyorum!” dendi. Utanılmasa gözyaşları salınıverilecekti. Böyle bir birliktelik, böyle bir “bir” olma durumu, böylesine zaman tanımaz bir aşk başka bir fotoğrafta, başka bir yerde, başka bir yaşamda görüldü mü acaba diye hafıza zorlandı, ama akla gelen aşk şiirleri oldu. “Ben sana mecburum bilemezsin” dendi, “ben sende bütün aşklarımı temize çektim” dendi, “ben seviyorsam sen bahanesin” dendi, “mutlu aşk yoktur” dendi… Gerçekten bir yastıkta kocanıp zamanın hiçbir haline, olayına vs. yenilmemiş ölümsüz birlikteliklere kaldırıldı kahve bardağı. Tam da masallarla kandırıldığımı düşünmeye başlamışken…

1930’lar… Stanton Horcourt’lu Bay ve Bayan Townsend, evliliklerinin altın yıldönümlerini kutluyor, Oxfordshire, Mayıs 1939. Birbirlerine “eskisi kadar aşık olduklarını” açıkladılar. Evlendiklerinde radyo, motorlu uçuş, otomobil ve sinema yoktu.

Ve o yıllar “insanları aldatmak daha kolaydı. Isle of Man’li genç bir kız konuşan bir gelinciğinin olduğu konusunda ailesini, gazeteleri ve her şeye inanan kamuoyunu kandırmayı başardı. Kont Victor Luslig hileyle Eiffel Kulesi’ni hurda olarak sattı. 

19 Ocak 2010 Salı

Göç Çağının Bahtsız Çocukları - İki Gözüm Marika'm Rebetiko (Kostas Ferris, Çeviren: Fulyo Koçak, Literatür Yayıncılık)



Atina Devlet Tiyatrosu bile bir göçmen sığınağına dönüşmüştü, çocuklar kostümleri kıyafet, anneler dekorları eşya yapıyordu...

"Bu adaletsiz dünyaya/Bu yaşadığımız dünyaya/Sormadı kimse bize/Acaba gelmek ister miyiz diye?/Unutuyorum ve mutluyum/Bir şarkı söylüyorum/Şarkı boğuluyor/Göğsümün içinde, ağlıyorum./Bana hayatımı annem verdi/Azrail onu her gün buduyor/Aşk mutluluk getirir önce/Sonra da bize işkence eder./İnsan mutlu olduğunda/Çılgınca eğlenmek ister/Ama başa bela gelince/Akıl da onunla birlikte gelir"
Yıl 1922'dir... Halkların Mübadelesi Sözleşmesi tarihe özlemin adını kanlı harflerle yazar. Ayrılıklar yaradır artık. Aşklar yollara düşer. Yollara düşer hayatlar. Terk edilen toprakların nağmelerinde dillere düşer sevdalar. Yaşanacak tüm acıların habercisi sözleşmeye göre, "Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklularla Yunan topraklarına yerleşmiş, Müslüman dininden Yunan uyrukluların, zorunlu mübadelesine girişilecektir. Bu kimselerden hiçbiri, Türk hükümetinin izni olmadıkça Türkiye'ye ya da Yunan hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan'a dönerek oraya yerleşemeyeceklerdir." 
Rebetis kural dışı, asidir
Türkiye'den 1 milyon 200 bin Rum, Yunanistan'dan da 600 bin Türk sökülüp atılır doğup büyüdükleri, umutlarını yeşerttikleri, fiyakalı aşklarına göz süzerek yürüdükleri, sevdalandıkları, evlendikleri, ölülerini gömdükleri, her santimini tırnak tırnak kazdıkları topraklardan. Dostlarını, komşularını ve doğdukları yerleri bir daha görememenin acısını ölünceye kadar taşıyacakları bir yolculuğa çıkarlar. Göçe zorlananlar bahçelerinde açan yaseminlerin kokusunu anılarda bırakarak düşerler bilinmez bir yola. Ve sefaletle tanışırlar o yolda.
"Küçük bir kız çocuğu hüngür hüngür ağlayan babasını teselli etmeye çalışırken çocuk masumiyetiyle, 'Babacığım neden ağlıyorsun ki?' diye sorar. En zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak birkaç parça eşyadan başka arabaya bir şey yüklemeye fırsat bulamayan ve yaklaşmakta olan 'düşman' yüzünden ailesini derhal oralardan uzaklaştırmak zorunda kalan baba, bir yandan gözyaşlarını silmeye çalışır bir yandan da küçük kızını teselli eder, 'Kızım' der, 'evimizi yurdumuzu bıraktık gidiyoruz. Biz gittikten sonra düşman gelir çiftliği talan eder. Allah bilir bir daha görür müyüz göremez miyiz.' Küçük kız küçük ellerini açar ve elindeki anahtarları göstererek, 'babacığım sen merak etme evden çıkarken kapıların hepsini kilitledim anahtarları da yanıma aldım. Düşman içeri giremez, onlar gittikten sonra tekrar evimize çiftliğimize döneriz' der. (Bu hikâye 1912 yılında şimdi Yunanistan sınırları içinde bulunan Yenicevardar da yaşanır. Balkan Savaşları'nda Osmanlı ordusu geri çekilirken oradaki Müslüman nüfus Anadolu'ya göç etmek zorunda kalır. Hafız Dede ve küçük kızı Kerime çiftliklerini dünya gözüyle bir daha asla göremezler.)
Yıl 1922'dir. Milyonlar için yaşamlarının dönüm noktası. Yunanistan'da 'Küçük Asya Felaketi' diye anılan bu felaketin ardından kitleler halinde gelen zorunlu göçerler, ülkenin toplumsal ve kültürel yapısında önemli değişikliklere neden olurlar. Yaşadığı çevreden ayrılmak zorunda kalan Rumlar, işsizlik, açlık ve sefaletle yüz yüzedirler artık ve rebetlerle aynı toplumsal yaşamı paylaşırlar. Göçerlerin büyük bir kısmı Rebetlere katılır. Sığınmacı işadamları da rebet müziğinin çalındığı kendi 'Kafe Aman'larını açarlar. Böylece, o zamana kadar Yunanistan'da hapishane ve tekkelerin sınırları içinde kalan rebet müziği daha geniş toplumsal çevrelerin duygularını dile getirmeye başlar.
Rebetisler tarafından çalıp söylenen rebetiko ayrı bir yaşamı, davranış biçimini, bakışı, duruşu karakterize eder. Rebetis kural dışıdır, asidir. Rebetis yoksuldur ve sisteme meydan okur. Eylemini ise müziğiyle, enstrümanıyla yapar.
Hayde bre Panayis! Panayis'in, İzmir'i bağımsızlığına kavuşturmak için hamile bıraktığı, İzmir'de 'minör'leriyle meşhur Adriana, bir kız çocuğu getirir dünyaya. Panayis, "Gel kayık, al beni/Pire'ye çıkar beni" derken ve bebek daha üç yaşındayken, "Gel kayık, al beni/İzmir'e çıkar beni" demeye başlar. "Panayis ve Adriana bebeği de yanlarına alarak o korkunç deniz yolculuğuna çıkarlar. İzmirli kadınlar ve nineler, bitmez tükenmez saatler boyunca, ağlamaklı bir ses tonuyla eski günlerden bahsetseler de, yabancılar ya da yaşlı Yunanlar yangının tanıklığını yapsalar da, yetmişlik bir dede Tuntas'ın bestelediği ve Stellakis'in yarım yamalak söylediği 'İzmir'in Yangınında' şarkısını yazmış olsa da, hiç kimse İzmir'i bu şekilde hatırlamak istemez. Herkes onu en güzel hâliyle, aşklarıyla, minörleriyle hatırlamak istiyor, 19. yüzyılın 'Aslan Askerleri' adını bile anmak istemiyordu. O zamanlar, o dizenin 1922'de bu kadar korkunç bir anlam kazanacağını kim bilebilirdi ki? Pire bir düşten, önce bir kurtuluş sahiline, sonra da mahşer yerine dönüşmüştü. Kurtulmayı başarabilmiş herkesi yüklenen gemiler, limandan limana dolaşacaklardı. Dünyanın bütün limanları ayrı bir topraktı sanki. Bu gezegenin tam anlamıyla bağımsız ayrı bir devleti... 
Sesiyle ağlar, sesiyle sever
Açların, zulüm görmüşlerin devleti... Burjuvalara göre yasadışı olanların, kenardakiler içinse dürüst olanların devleti... Duvarlar olmaksızın hapsedilenlerin ve mavi denizdeki özgürlerin devleti... Kaderin yüzlerine gülmediği, bataklıklarda, çadırlarda ve kamplarda rahat yüzü görmemiş, Yunan devletinin hoşnutsuzlukla kabul ettiği, göçmen sığınağına dönüşmüş Atina Devlet Tiyatrosu'nda bir loca bile bulmaya yetişememiş, İzmir'in zavallı göçmenleri... Çocukların 'On İkinci Gece'nin ve 'Sevgili Küçük Çoban' oyununun kostümlerini günlük birer elbise gibi giymeleri, rejisörleri ve izleyicileri olmaksızın bir tiyatro sahnesinde kendi oyunlarını, kendi trajedilerini oynamaları; dekor için boyanmış muşambaların battaniye niyetine kesilmesi, çıkınlarıyla, bohçalarıyla tüm bir dünyanın küçük bir tiyatro salonunun içerisinde uyuyup uyanması, dışkılaması, sevişmesi, tek başına savaşın mantıküstü fenomeni" iken, Panayis de, Adriana da, bebek de, o tiyatrodaki fenomenden Pire'nin göçmen barakalarından birine, rebetislerin arasına taşınırlar. Ve başlar Marika'nın hikâyesi...
İki Gözüm Marika'm, yoksulluğun ve göçmenliğin tüm acılarını yaşar, diğer tüm kadınlar gibi. Daha masal çağında, belki de annesiyle aynı kaderi paylaşacak bir kız doğurur. Aşık olur, terk edilir. Aşık olur aldatılır. O da acılarını rebetikoyla haykırır, tıpkı diğerleri gibi. Annesi Adriana, babası Panayis gibi. Sesiyle ağlar, sesiyle sever, sesiyle yaşar Marika.
"Ne mühteşem! Ne mühteşem! Evet, Marika, Marika! Duyulduktan sonra unutulması zor bi isim! İzmirli Marika! Ne mühteşem! İzmirli Rum Marika ve güzel İzmir için bi alkış alabilir miyim lütfan?"
Belki de buraya kadar söylediklerimi esprili ve bir o kadar da büyük olan bir İtalyan atasözüyle bitirmek en iyisi: Se non e vero, e ben trovato (Gerçek olmasa bile iyi uydurulmuş). 
Lemonadika'yı yaktılar
Gündoğumunda, çılgınlar gibi koşuşturan at arabalarının sesleri duyuldu. Dükkânın kapısı baltayla kırıldı ve on kadar aynasız içeriye daldı.
"Herkes ayağa, eller yukarı!"
Havaya ateş edildi. Bu "bam" sesi, "yeter sabrımızı taşırdınız" anlamına geliyordu.
Soulis sahnede, bulunduğu yere büzüştü ve korumak istercesine uduna sarıldı.
Kadın feryatları, panik ortamında devrilen masalar ve sandalyeler, zabitleri engellemeye çalışan diğerleri... Ne nargile kaldı, ne gaz lambası, ne buzuki ne de bir başka müzik aleti... Hazırladıkları şerbetler bile, susuzluklarını gideremeden yerlere döküldü; bardaklar un ufak oldu.
Thomas, sabırla ortalığın sakinleşmesini bekliyordu. Nihayet zabitlerin liderlerini yalnız yakalayıp sordu:
"Ne oldu gençler, kötü bir şey mi yaptık?"
"Bağışla beni Thomas, görev..."
"Bari Marika'yı götürüp orospularla aynı yere kapatmayın. O hâlâ saf bir çocuktur. Rahmetli annesine onu koruyup kollayacağıma söz verdim..."
"Tamamdır Bay Thomas, lütfen sesinizi çıkarmayın."
Ve sonra ellerine kelepçeleri geçirdiler.
Kitaptan 



17 Ocak 2010 Pazar

Küçük Şişenin İçindeki Yağmur: Aşk (Aşk Treni, Vasilis Aleksakis Çeviren: Şebnem Christakopoulos Literatür Yayınları)

Birgün Gazetesi-Sibel Doğan
Vasilis Aleksakis
Acılara batmamış bir aşk söyle bana
Yıkmamış kıymamış olsun bir aşk söyle
Bir aşk söyle sarartıp soldurmamış ama
Bir aşk yok ki paydos demiş gözyaşlarına
Mutlu aşk yok ki dünyada
Ama şu aşk ikimizin öyle de olsa” (Aragon)

“Aşk Treni Talgo” Yunanistan’da 24 yıl önce basıldı. O zamandan beri satışı hiç durmadı. 120 binden fazla baskı yaptı. “Yıldırım Aşkı” adıyla filmi çevrildi. Hem kadınlar hem erkekler tarafından büyük ilgi gördü. Biz de bu ilgiye mahzar kitabın yazarı ile mütevazı bir sohbet gerçekleştirdik.

Sibel - Aşk Treni Talgo’da aşkı yazan bir yazar olarak, zor biliyorum ama aşkı tanımlar mısınız?
Vasilis - Evet, çok zor bir soru. Ama diyebilirim ki; aşk gecelerin korkusudur. Gece olduğu için aşık oluyoruz, kendimizi bırakarak… Karanlık olunca akşamları karanlıkta arkadaşlığa ihtiyacımız olduğu için aşık oluyoruz.
Sibel - Yalnızlığı gidermek için mi yani?
Vasilis - Evet, hem korkuyu hem yalnızlığı…
Sibel - Acı olmasa aşk olur mu? Yani aslında, mutlu aşk yok mudur gerçekten?
Vasilis - Zor ve nadir olan aşk, o kadar güçlü ve yoğun bir duygu ki, birini kaybetmenin korkusunu yaratıyor insanda. Diğerini kaybetmenin korkusunu... Her zaman hem çok mutlu, ama bir taraftan da stres endişe yaşıyor aşık kişi.  Çünkü biteceğinden korkuyorsun. Sürekli, “o kadar mükemmel ki” deyip, kendi kendine sormaya başlıyorsun, “bu güzel şey sürekli olur mu, aynı şeyi sürekli yaşabilir miyim” diye.
Sibel - Aşksız yaşanabileceğine inanıyor musunuz? Aşkı “aptallık” olarak yorumlayan bir çok insan olduğunu düşünürsek…
Vasilis - Aptallık olarak düşünmüyorum ve inanmıyorum buna. Aksine aşkın yaratıcılık olduğunu düşünüyorum. Eğer birinin aşksız yaşama olasılığı varsa yaşayabilir, neden olmasın! Başka tip aşklar da var ama… İş aşkı var, sanat aşkı var, Tanrıya olan aşk var… Böyle yaşamayı tercih ediyorlarsa, yaşanabilir kılabilirler sanırım hayatlarını.
Sibel - Kitabı bir kadının ağzından, kadın duygusallığıyla yazmışsınız. Grigori’nin ağzından, yani bir erkeğin ağzından yazacak olsaydınız yine böyle acı çeken birinin romanı çıkar mıydı ortaya? Günlük tutmak biraz kadınlara has bir özellik malum…
Vasilis - Kadın ağzından yazdım, bir kadının ağzından yazmam şarttı.Çünkü kadın her zaman en sonunda daha fazla acı çekiyor ve kadınların aşkı daha gerçekçi ve daha yoğun yaşadıklarına inanıyorum. Grigori çok fazla yazmazdı herhalde. Yazsa da çok az yazardı ve çok fazla ilginç olmazdı.
Sibel – Şişede yağmur! Çok romantik… Kadın duyarlığıyla yazdığınız için bir kadının bu romantizmi yaşaması ve yaşatması doğal. Ama diğer yandan bunu yazan sizsiniz, bir erkek… Merak ettim, size hiç şişede yağmur hediye edildi mi?
Vasilis – (Gülüyor) Hayır. Ama ben yaptım. Bir tencereyle yağmur suyunu toplayıp kendim yolladım. Sonra da tencere yuvarlandı kapağını buldu!
Sibel – Bu tip ambiyanslar hep kadınların duygu dünyalarının eseri. Tabii, bana kalırsa öyle ama Grigori böyle bir şey yapabildiğine göre gerçekten aşık olmalıydı.
Vasilis- Grigori de bir ara gerçekten çok aşıktı. Onun için aşk bir dönem daha kısıtlı bir ihtiyaçtı. Çok fazla ihtiyacı yoktu. Grigori’nin en büyük sıkıntısı aslında Yunanistan. Yunanistan’dan uzak olması. Paris’te yaşadığı, Yunanistan’ı özlediği için Eleni girdi hayatına. Eleni Yunanistan’ı temsil ediyordu çünkü.
Sibel – Kitap ile ilgili tanıtım yazımda hüzün en çok kadına yakışıyor demiştim. Aşkın yakıştığı gibi... Ne dersiniz?
Vasilis – İnanıyorum evet. Bu ortak bir problem. Biraz eğitimimizin suçu. Öyle öğrenmişiz. Erkeklerin daha fazla önemi var. İnandığım, savunduğum bir şey değil, ama anneler çocuklarına bunları öğretiyorlar. Anneden çocuğuna geçen şeyler vardır ya, çok aptalca ama kadınlara hüznün yakışması eğitimimizden kaynaklanıyor. Erkeklerin de her zaman bir adım önde olması annelerin onları çekirdekten böyle yetiştirmesine bağlı. Buna kadercilikle bakmamalı. Bence kadınlara o kadar da yakışmıyor. Hüzün, mutsuzluk ve üzüntüler hayatın içinde değil. Olmak zorunda da değil. Ama aşk yaşanıyorsa hüzün de mutlaka yaşanacak. Her zaman bu tehlike var. Bu konuda hem fikirim. Aşk masala benzer ve bütün masalların da bir sonu vardır.
Sibel – Ne yazık!
Vasilis – (Gülümsüyor) Aşık olduğun için böyle düşünüyorsun.
Sibel – Kendinizi eve kapatıp, zırıl zırıl ağlayacak kadar, tüm dünyayla bağlarınızı koparacak kadar aşık oldunuz mu hiç?
Vasilis – Tabii ki…
Sibel – (Eşine bakıp soruyorum) Aşık mı evlendiniz?
Vasilis – (Gülümsüyor) Bu daha zor bir soru. Aşkı diğeri yanında olmadığı zaman daha iyi anlıyor ve yaşıyorsun. İlk eşimle evlendiğim zaman hiç acı çekmedim, hemen evlendim. Sanırım aşıktım. Ama hiçbir zorluk ve sıkıntı yaşamadım. Zorluklar ve sıkıntılar yaşadığın zaman ne kadar aşık olduğunu anlıyorsun. Ve tabii ki, aşıktım herhalde. Öyle düşünüyorum. 14 yıl beraber yaşadık. Az bir sene değil. Ha?
Sibel – Bunu da sırf merakımdan soruyorum, evlilik aşkı öldürüyor mu?
Vasilis – Öldürmüyor ama başka bir şeye çeviriyor. Başka bir şey yapıyor. Eski heyecanlar aynı değil. Sana tavsiyem az evlen! (Gülümsüyor) Az, çok değil…
Sibel – Derim ki, erkekler için kadınlar ikiye ayrılıyor. Evlenilecek kadınlar, eğlenilecek kadınlar. Erkekler bunu yapıyorlar, yapmıyorum diyen bence yalan söylüyor. Yani evliyken eğleneceği kadınlar giriyor hayatlarına. Hem düzeni bozulmasın hem de arada bir eğlenebilsin. Bence Grigori’nin yaptığı da bu. Grigori’ye ve diğerlerine bir ceza vermek gerekse ne olsun istersiniz? Seneler önce Deniz Türkali bir radyo programında gaz odalarına kapatmayı önermişti mesela…
Vasilis – Ne diyeyim şimdi ben buna? (Kahkahalar) Evliyken bir başkasına ihtiyaç duymak zaten o evliliğin bittiği anlamına geliyor. Kosta ile Eleni’nin evliliği zaten bitmişti yani. Bir kadın olarak siz söyleyin ama çok büyük bir ceza olmasın. Küçük, küçücük bir ceza olsun. Ayrıca Deniz Türkali’nin dediğini yaparsanız da dünyada hiç erkek kalmayacak. O zaman siz ne yapacaksınız? Bu çok sert bir ceza değil mi?
“Belki de yazdıklarını tam anlamıyla hissetmiyordun –insanın yazmasını bildiği sürece, aşık olmasa da, muhteşem aşk mektupları yazabileceğine inanıyorum- ama beni biraz olsun sevmesen, bana o yağmurlu şişeyi göndermeyi düşünmezdin. Bu ilişkiye benim son vermemden ve sonsuza kadar acı çekmekten korktuğunu hatırlıyor musun? Başka hiçbir şeyle meşgul olmak istemiyorum, başka hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. İyileşmeyi istemiyor da olabilirim; bu acı çok değerli, bizi birbirimize bağlayan bu acımdan başka hiçbir şey kalmadı.” Kitaptan






“Düşleyin, düşleyin, düşleyin... Düş, var olan en gerçek şeydir.” (Tanrılar Okulu, Stefano E. D’anna Alteo Yayıncılık)

Stefano E. D'anna ve Sibel Doğan
Cumhuriyet Kitap-Sibel Doğan                          
6 milyar insanın sabah kalkıp aynı şarkıyı, keder şarkısını söylediği bir dünyanın beynimizin içinde olduğunu söyleyen, bir harita niteliği taşıyan Tanrılar Okulu’nun yazarı, Avrupa Ekonomi Üniversitesi’nin Rektörü Profesör Doktor Stefanano E. D’anna,  geçtiğimiz günlerde Management Centre Türkiye ve Eventus tarafından bu yıl 4.sü düzenlenen Stratejist Zirvesi nedeniyle İstanbul’daydı.

Konferansa, pragmatik bir düşleyen ve bir eylem filozofu; bilim adamı, girişimci, eğitmen, iş adamı, ekonomist, sosyolog ve yazar olarak katılan; bölünmenin ölmek-yok olmak anlamına geldiğini, kenetlenildiğinde ise daha çok yaşanacağını, en önemli şeyin bütünsellik olduğunu söyleyen D’anna ile “düş”sel bir yolculuğa çıkmak isteyenler için kitap üzerine küçük bir sohbet gerçekleştirdik.

Sırtı yere gelmiş, yenilgiye uğramış bir halde iken ne oldu da bir anda mutsuzluk halinden sıyrılmaya başladınız? Sizi düşlemeye, kendinizi yenilemeye iten neydi? İpnotik uykunuzdan sizi uyandıran?
Bu kadın-erkek, herkesin yaşayabileceği bir durumdur. Aşırı bir mutsuzluk, aşırı bir tatminsizlik sonrası ortaya çıkan ruh halinin sonucudur. Eğer bir şeyin gerçekten sonuna, tam manasıyla dibine ulaşırsanız, bir şey olur. Bu öyle bir dip noktasıdır ki artık daha fazla devam edemeyeceğinizi, böyle sürdüremeyeceğinizi anlarsınız. İşte bu ‘Okul’la ve Dreamer’la tanıştığınız, karşılaştığınız andır. Bu daha önce olamaz.

Kitabı 20 yılda yazdığınızı söylüyorsunuz. Mahkumiyetten tam olarak 20 yılda kurtulduğunuzu, mücadelenizin 20 yıl sürdüğünü söyleyebilir miyiz?
Bir kere şunu açıklığa kavuşturalım. Ben bir kitap yazmadım. Ben notlar aldım. Mücadelesini verdiğim şeyler hakkında, bu mücadele sırasında yaşadıklarım hakkında notlar alıyor, bu yolculukta Dreamer’ın söylediği sözleri kayda geçiriyordum bu yirmi yıl içinde. O anda bir kitap yazmıyordum. Yazarken bile ne anlama geldiğini bilmediğim şeyler vardı. Ne anlam ifade ettiğini ya da ifade etmesi gerektiğini bilmediğim şeyler. Kimisi anladığım ama hak vermediğim, kesinlikle katılmadığım şeyler. Bunların bir şekil alması ve o şeklin bana anlaşılır gelmeye başlaması; anlamanın da ötesinde hak vermeye başlamam, doğruluğu önünde eğilmem zaman aldı. Bu zamanın sonrasında ortaya bu kitap çıktı. Dolayısıyla bu kitabı yazmanın 20 yılımı aldığını söyleyemem. Ama bir aydınlanmadan söz ediyorsak, evet, yirmi yıl sürdü.

Düşlemek ve istemek oluş sırasında aynı paralelde mi yer alıyor? Yani istemek için bir çeşit düşlemek diyebilir miyiz?
Suni bir bakış açısıyla ele alacak olduğumuzda aynı şey gibi dururlar. Ama gerçekte oldukça farklı şeylerdir. Dilediğimiz, arzuladığımız şeyler, ulaşılabilecek şeyler grubunda değillerdir ve acı verirler. Arzulamak her zaman acı verir. Ama düşlemek başka bir şeydir. Düşlemek, acının olmadığı bir platformdur her şeyden önce. Ana farkı kendi içinizde, vücudunuzda görebilirsiniz. Bir şey dilediğiniz anda aklınıza ilk gelen, zorluklardır. Bunun ne kadar zorlu olacağını, oraya asla ulaşamayabileceğinizi düşünürsünüz bilinçaltınızdan ve bunun baskısı ile ilerlersiniz yolunuzda. Ama düşlemek dediğimizde bir tür emin oluş, bir kendine güven vardır. Ve bu rüyanızı her aklınıza getirdiğinizde içiniz bir sevinçle dolar. Ve tabii bir şey daha; arzulamak zamanla ilgili bir şeydir. Düşlemekte ‘zaman’ yoktur.

Kitapta Dreamer’ın Antagonist’i diyebilir miyiz sizin için?
Bir anlamda evet. Ama bunu kitapta Dreamer’ın bir şey anlatırken kızarak ‘Sen’ ya da ‘Siz’ diye seslenmesinden hareketle söylüyorsak şunu bilmeliyiz, burada kastedilen sadece ben değilim, tüm insanlık. Ve bir de şu var. “Ben sizin en büyük antagonistinizim ya da düşmanınızım” diyor Dreamer, biz onun değiliz yoksa. Bunun sebebi de onun bizim kendimize karşı yaptığımız her şeyin karşısında olması. O, bize zarar veren her şeye karşı, bizim zorlanabilecek limitlerimizi temsil ediyor, önümüzdeki engellerin aşılabilirliğini temsil ediyor. Dreamer gibi devamlı senin daha iyi olabileceğini söyleyen, kendini sabote etmek için değil, iyiliğin için savaşman gerektiğini söyleyen biriyle devamlı birlikte olmak, onun gibi biriyle yaşamak, gerçekten zorlu ve bir o kadar da farklı bir şey. Birçok açıdan, o bizim kendimizi aşağılama çabalarımızın düşmanı. Bu çabaların sonucunda hastalanıyor, yaşlanıyor ve ölüyoruz.
Birçok zaman, insanlar ya da kitleler Dreamer’la karşılaştığı an türlü şekillerde onu yok etmeye çalışırlar. Çünkü onun dayanılmaz kuvveti ve bitmeyen eforu sadece yukarıyı, ilerlemeyi göstermektedir. Pinokyo’nun yanında konuşan cırcır böceği gibi. Biz ne yapıyoruz, onu çekiçle öldürmeye çalışıyoruz, çünkü tahammül edilmez buluyoruz.

Peki neden bu adam hep lüks içinde? Mutluluğun somut göstergesi para mı? Dreamer için söylüyorum.
Hayatınızdan korku ve şüpheyi kaldırıp benlik durumunuzu yükselttiğinizde, ne kadar çaba gösterirseniz gösterin fakir olamazsınız. Kendinizi mecbur bıraksanız bile bu mümkün olmaz. Zenginlik, kaderiniz halini alır. Herkes mutlu olabilir, ya da herkes fakir olabilir. Bu hiç zor değil. Yaptıklarımız yeterlidir buna karar vermeye.

“Dışımızdaki bir tanrısallığa, yani bedenimizin ötesinde bir varlık olduğu fikrine inanmak, dünyada en yoğun kabul görmüş boş inanış olup, insanlığın en büyük katillerinden biridir” diyorsunuz. Bu şekilde mutlu birçok insan var. Amaç mutluluksa eğer, oraya nasıl gelindiğinin ne önemi var? Herkes için mutluluk tek bir yolla olabilir mi?
Mutluluğun birçok yolu olup olamayacağını bilmiyoruz, fakat kesin bildiğimiz bir şey varsa, o da hangi yolun bizi kesinlikle mutluluğa götürmeyeceği. Bu da korku ve şüpheler yolu. Korku içinde iseniz her tür cennetin dışında kalacaksınız demektir. Mutluluğun birçok yolu, dolayısıyla birçok cennet olabilir. Ama içinizde korkuyla sizi onların hiçbiri kabul etmez. Bu yüzden İncil’de Adem’in cennetten kovulduğunda hissettiği ilk duygu korkudur. Tanrı ona neredesin diye sorduğunda, “Buradayım” der, “korku içinde”. Cennet dışındaki bir adamın ilk sözlerine bakın.

Yahudilerle ilgili bir bölüm var kitabınızda. (“Karşıt olan, bir kırık parçadır; bütünden kopmuş ve ayrılmış bir kırıntı... Bütünlüklerini yeniden bulamayanlar, o küçük parçayı getirip yerine koyamayanlar, onu dışarıda kendileri bulacaklardır; ama aynı Antagonist gibi, bu parça da çok daha büyük olacaktır... Bizim bütünleşmekteki eksikliğimiz dış dünyada canavarlar üretir. Bölünmüşlüğümüz karşılaştığımız şiddeti yaratır. Antagonist biziz. Kendini başkalarından ayrılmış hissetmek, bir gün olaylar dünyasında şiddet, saldırı, çatışma ve eziyet biçiminde şekillenecek bir iç suçluluğu beslemek demektir.”) Kendilerini dışladılar, bütünden ayırdılar ve başlarına onca felaket geldi. Ders almış oldukları için mi diğer devletlerle bütünleştiler, birlikte hareket ederek Filistinlileri katlettiler ve hala katletmeye devam ediyorlar? O halde Filistinliler de bütünleşmedeki eksiklikleri yüzünden mi İsrail canavarını yaratmış oluyor? Irak ve Afganistan için de böyle mi? Ve tabii daha eskilere gidersek Asuriler, Kürtler, Kızılderililer, Vietnamlılar, vs. çoğaltabiliriz.
Bu bir yorumdu tabii ki yalnızca. Ama sorunun devamı için hala da kimse için öğrendiler, ettiler demiyorum. Politikaya girme konusunda beni mazur görün çünkü benim işim bu değil ve ehil cevaplar veremem. Ben sadece şunu söylemek isterim, derslerini iyi öğrenmiş olduklarına inanmıyorum, çünkü derslerini iyi öğrenmiş olmak için en başta artık Yahudi olmamaları gerekiyor. Çünkü ‘anlamak’ demek, artık bir etikete ihtiyaç duymamak demektir, ama din etiketi ölene kadar üzerimizde olan bir etikettir. Biri “Ben çok zeki bir Yahudi’ye rastladım” diyecek olduğunda ben şunu söylerim, “Artık Yahudi olmayacak kadar zeki ne zaman olacakmış?” Bu bir Katolik rahibi için de söylenebilir. “Çok zeki bir Katolik’le karşılaştım” diyen birine de “Katolik olmayacak kadar zeki olmasına daha çok mu varmış?” derim. Bu, bizim bir şekilde ötesine geçmemiz gereken bir şey. Bir arkadaşım “Çok kötü durumdayız, çünkü biz Yahudi’yiz, bir sürü problemimiz var” diyordu. Ama ben sana yıllar yıllar önce rastladığımda da aynı şeyi söylüyordun ve Yahudi’ydin, hala Yahudi isen... Yani sizin durumunuz bu olduğu sürece bu biraz çözümsüz. Zaman içinde belli bir anlama noktasına gelmeli ve bu sayede ilerlemelisiniz. Dinlere ihtiyacımız yok.

Din dışında, milliyetler için de öyle mi peki?
Tabii ki. Benlik durumlarını arka planda bırakan her şey için geçerli bu. Burada önemli olan bu gezegenin insanı olmak, evrenselliğe ulaşmaktır. Sahibi olduğum okul da bunun için vardır. Burada bireylere akademik bir alan yaratırız. Bu alanda da dinlerin, milliyetlerin ya da başka hiçbir etiketin bir ayrılık yaratmasına müsaade etmeyiz.

Ben Iraklı olsam ve şu anda yaşayıp düşmanımı sevmiyor olsam, çünkü “düşmanını sev” diyor kitap, gerçekten ölüme mahkum mu oluyorum Dreamer’a göre? Ama zaten ölümle burun burunayım. Kendimi bağışlamam için ne yapmış olabilirim ki?
Bunun Dreamer’ın sözü olduğunu sanmıyorum. Bu Hazret-i İsa’nın sözü: “Düşmanını sev!” Dreamer bunu söylemiyor. Dreamer’ın söylediği, benim çok enteresan bulduğum ve ‘düşmanını sevmek’ kavramının evrimi olarak gördüğüm bir şey: “Düşmanın seni seviyor!” Bize öğretilen, bizim için imkansız bir şeydir, çünkü içinde bir çelişki var. ‘Düşmanını sev!’. Düşmanını seversen, o artık düşmanın olamaz. Ve eğer düşmanınsa, o zaman da onu sevmen mümkün değildir. Bunun yerine, bize yüzyıllardır, binlerce yıldır dayatılan bu deyiş yerine, Dreamer değişik bir öneriyle geliyor. Düşmanınızı sevmek için ekstra bir çaba sarf etmektense, ki ne kadar çaba sarf etseniz içindeki çelişki sebebiyle mümkün bir şey değildir, düşmanınızın sizi sevdiğini anlamaya çalışın.
Bana gece ve gündüz sizin için çalışan bir kurum ya da kişi söyleyin. Sizin gelişiminiz için, evriminiz için çalışmaktan usanmayan, sizi daha iyiye, daha ötesine götürme yolunda hiçbir mazeret kabul etmeyen. Tek cevap ‘düşmanınız’dır. Antagonistiniz. Karşı gücünüz. Sahip olduğumuz tek gerçek dost. Anne babalarımız bizi güçsüz düşürürler. Arkadaşlarımız aslında fakirleştirirler. Eşlerimiz sınırlarlar. Bizim iyiliğimize çalışan tek oluşum vardır. En kötü düşmanımız.

Kahramanın deyimiyle tüm ‘ikiyüzlülükleri’, bir kadının yaşamındaki yeriyle ifade buluyor. Tüm olumsuzlukları düşüncemizde yaratıyorsak, Guiseppona’nın deyimiyle; “ona göre bir kız” yaratamaz mıydı?  Niye bu okul kadınlar için de bir düşe yer vermiyor?
Bu kitap Profesör D’Anna’nın aynı zamanda iyi de bir portresi sanırım. Onun gibi bir adama asla aşık olmayın... Kitapta bir genelden ya da kimseden bahsedilmiyor. Bu benim hayatım aslına bakarsanız. Burada hayatım sıradan bir hayat yaşayan sıradan bir insanın sıradan düşünce yapısını ve sıradan arzularını temsil ediyor. Ve bu tuzaklardan nasıl olup da kurtulduğunu anlatıyor.
Kadınlara gelince, başıma gelmeleri benim için hep iyi şeylerdi. Benim durumumu göz önüne seriyorlardı. Dış dünyada, içimizde yaratmadığımız hiçbir şeyle karşılaşamayız. Dolayısıyla onlar benim iç dünyamı yansıtıyorlardı. Bu yönleriyle kusursuzlardı.
Şimdi asıl benim size bir sorum olacak. Bir hanım olarak, bir dişi olarak, sizin kitaptaki bu karakter hakkında görüşünüz nedir?

O kadınlarla olan ilişkileri dışında her şey çok güzeldi, ama sorunun devamına gelirsek, her şeyin sorumlusu kahramansa, hayatından çıkan her kadınla neden bir kutlama yaptı? Bundan kahrolması gerekmiyor muydu bunların sorumlusu olarak?
Jennifer... Jennifer’ı kutlamamdan bahsediyorsunuz. Bu kadınlar gerçek birer insandan çok birer semboldüler. Hayatımın o an denk geldiği düzeye karşılık gelen semboller. Dolayısıyla, ne zaman ki bir durumunuzu geride bırakıyorsunuz ve ötesine geçiyorsunuz, o zaman düşünme düzeyinizi yükseltiyorsunuz, bazı korkularınızdan arınıyorsunuz demektir. O zaman daha kaliteli ve sorumlu bir birey olabilme yolunda bir efor sarf ediyorsunuz demektir. Bunları yaptığınız an etrafınızdaki dünya sallanır. Ve bunun sonucunda sıra tüm bunların en zor kısmına gelir ve kabullenmeniz gereken bir gelişme ortaya çıkar: Etrafınızdaki insanlar değişir. Çünkü bu kişiler artık eski yerlerinde duramazlar. Siz değişirseniz, bütün dünya değişecektir. Hayatınızdan insanlar çıkmaya başlar, hayatınıza insanlar girer, işiniz değişir, eviniz değişir, ülkenizi bile değiştirirsiniz. Çünkü size bir şey dokunmuştur ve dünya sizin durumunuzu yansıtmaktadır. Dünya her zaman bize iç dünyamızda neler olduğunu söylemektedir dersek yanlış olmayacaktır.
Aynada gördüklerimiz için aynayı suçlayamayız. Anlatabiliyor muyum bilmiyorum. Size onun hayatımdan neden ayrıldığını söyleyemem. Tek bildiğim ayrıldığı. Çünkü yüzümdeki ifade bunu gerektiriyordu. O da ayna olarak bunu söylüyordu. Olup biteni yansıtıyordu. Hepsi bu.
Cehennemden kurtulduğunuzda, kendinizi bu insanlardan da kurtarıyorsunuz. Bir karar vermelisiniz. Cehennemde kalıp bu insanlarla birlikte mi olmak istiyorsunuz, yoksa oradan çıkıp onları bir daha görmemek mi? Bunun dışında bir seçenek olduğunu sanmıyorum. Bu yüzden Jennifer için üzülmeyin. O kesinlikle nerede olmak istiyorsa orada yaşıyor. Çünkü hayatımız kesinlikle onu ne şekilde değerlendirmek istiyorsak o şekilde vücut bulan bir şey.

“Herkes sizi gösterir. Çünkü herkesi siz yarattınız. Bu dünyayı siz yarattınız. Bu sizin dünyanız. Sizi arayan arkadaşınız sizsiniz. Çalışanlarınız, üstleriniz, aileniz, hepsi sizsiniz. Yay da, ok da, hedef tahtası da; hepsi sizsiniz.” Sizi de ben mi yaratmış oluyorum?
Evet, tabii ki. Bizim, benim sizin psikolojinizde, düşüncelerinizde şekillenmeden karşılaşmamız imkansızdı. İyi şeyler ve kötüleri; sadece psikolojimizden geçen şeylerle karşılaşabiliriz. Bu yüzden kazayı ancak düşlediysek geçirebiliriz, sadece zihnimizde düşlediğimiz insanlarla karşı karşıya gelebiliriz. Peki durum buyken hayatımıza neden daha iyi insanlar davet etmiyoruz? Neden daha güzel olaylar çağırmıyoruz? Çünkü bunun için bir okula ihtiyacımız var. Bunun nasıl yapıldığını anlatan bir okula ihtiyacımız var.

Ya Hitchcock! Alfred Hitchcock, filmlerinin bir yerinde mutlaka bir şekilde izleyiciye görünüyor, orada kim düşlenen yaratan, kim düşleyen yaratılan? Biz neredeyiz burada?
Lao Tzu, Teh Ching’in yazarı Çinli ünlü bir filozof, şöyle demiştir. Bu gece bir kelebek olmayı düşledim. Şu anda ise öyle bir durumdayım ki, bir kelebek olmayı düşlemiş bir filozof muyum, bir filozof olmayı düşlemiş bir kelebek miyim emin değilim. Dreamer’ın dışımızda bir canlı olup olmadığını bilmek istiyorsak, ben kendi adıma konuşayım, benim için bu fiziken bir başka insandı ve benim bu insanla karşılaşmam benim için gerçekten büyük bir olaydır. Ama birçok açıdan da Dreamer, içimizdeki, tek başına bizi Dreamer yapmaya yetecek sevgi dolu dünyayı, iç sesimizi temsil etmektedir. Dolayısıyla içimizde Dreamer olmaya hazır bir öz var. Ama farkında değiliz, harekete de geçiremiyoruz ve bir okula da işte bunun için ihtiyacımız var. İçimizdeki bu yönümüzü geliştirmek için.

Bu okula gidemeyecekler de kitabı okuyup uğraşacaklar o zaman, öyle mi?
Kitap bir nevi yardım sağlaması, bir köprü vazifesi görmesi için yazıldı. Bir kaçış planı, bir harita olabilmesi için. Bu kitap sayesinde, iyi niyet ile savaşıp ileri gitmek isteyen herkes için işler artık daha hızlı ilerleyecektir. Kitaptan önce bu daha zordu. Bu açıdan, kitabın artık yayımlanmış olması fazlasını bilmek isteyen herkes için gerçekten çok iyi oldu. Tabii ki kitap değişik amaçlara hizmet ediyor. Kimisi hazır buna, kimisi daha değil, ama olacaktır. Ancak kitap sonuçta herkes için, konuşan cırcır böceği gibi yanlarında duracaktır. Kitaplıklarımızda en uzak yerlere koyacak bile olsak.

“Kitlelerin gelişmesi olanaksızdır; ne bir devrim, ne ideoloji bunu başarabilir” diyorsunuz.
Bu doğaya karşı olurdu. Kitle ile birey farklıdır. Bunları birbirine karıştırırsanız ortaya çalışmayan bir motor çıkar. Kitleye ihtiyacımız olduğu kadar bireye, bireye ihtiyacımız olduğu kadar da kitleye ihtiyacımız vardır. Kitleyi bireylere dönüştürme fikri çok ayıp karşılanmamalı. Ama yine de bu dünya için çok büyük bir problem değil aslına bakarsanız, çünkü olma ihtimali çok yüksek bir şey değil. Böyle bir ihtimal pek yok. Kitleleri kolay kolay bireylere çeviremezsiniz. Ama aradan birilerini çekip çıkarabilmek yine de önemli bir şey.

Ama devrimlere inananlar hala var. Onlardan tepki almadınız mı bu kitaptan sonra?
Kesinlikle. Çünkü onların söyledikleri bizim bu kitapta anlattıklarımızın, Dreamer’ın söylediklerinin tam karşıtı şeyler. Dışarıdaki dünyayı değiştirmekten bahsediyorsak, kendimizin o dünyadan daha iyi olduğunu düşünüyoruz demektir. Bizim bir yerlere vardığımızı, dünyayı da oraya doğru itmemiz gerektiğini düşünüyoruz demektir. Dünya hala oralara varamamıştır çünkü. Devrimci düşüncede biz bir şeyleri aşmışızdır, ama dünya aşamamıştır. Bu da devrimcilerin dünyanın bizim aynamızdan ya da kendi aynalarından başka bir şey olmadığını hala anlamadıkları gerçeğine götürür. Dış dünyada gördüğümüz her şey, tüm kirlilikler, politik görüşler, her şey, bizim kendi içimizde sahip olduğumuz şeylerdir. Kitap da bu vizyonu alt üst etmekle ve içeriden dışarıya doğru ilerlemekle ilgilidir. Ekrandaki görüntüyle oynayana kadar, ona o görüntüyü yansıtan projektörle uğraşmamız gerekir.

Kitabı okuduktan sonra yaratmamı sağladığınız o muhteşem havai fişek gösterisi için teşekkür ederim.