19 Ocak 2010 Salı

Göç Çağının Bahtsız Çocukları - İki Gözüm Marika'm Rebetiko (Kostas Ferris, Çeviren: Fulyo Koçak, Literatür Yayıncılık)



Atina Devlet Tiyatrosu bile bir göçmen sığınağına dönüşmüştü, çocuklar kostümleri kıyafet, anneler dekorları eşya yapıyordu...

"Bu adaletsiz dünyaya/Bu yaşadığımız dünyaya/Sormadı kimse bize/Acaba gelmek ister miyiz diye?/Unutuyorum ve mutluyum/Bir şarkı söylüyorum/Şarkı boğuluyor/Göğsümün içinde, ağlıyorum./Bana hayatımı annem verdi/Azrail onu her gün buduyor/Aşk mutluluk getirir önce/Sonra da bize işkence eder./İnsan mutlu olduğunda/Çılgınca eğlenmek ister/Ama başa bela gelince/Akıl da onunla birlikte gelir"
Yıl 1922'dir... Halkların Mübadelesi Sözleşmesi tarihe özlemin adını kanlı harflerle yazar. Ayrılıklar yaradır artık. Aşklar yollara düşer. Yollara düşer hayatlar. Terk edilen toprakların nağmelerinde dillere düşer sevdalar. Yaşanacak tüm acıların habercisi sözleşmeye göre, "Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklularla Yunan topraklarına yerleşmiş, Müslüman dininden Yunan uyrukluların, zorunlu mübadelesine girişilecektir. Bu kimselerden hiçbiri, Türk hükümetinin izni olmadıkça Türkiye'ye ya da Yunan hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan'a dönerek oraya yerleşemeyeceklerdir." 
Rebetis kural dışı, asidir
Türkiye'den 1 milyon 200 bin Rum, Yunanistan'dan da 600 bin Türk sökülüp atılır doğup büyüdükleri, umutlarını yeşerttikleri, fiyakalı aşklarına göz süzerek yürüdükleri, sevdalandıkları, evlendikleri, ölülerini gömdükleri, her santimini tırnak tırnak kazdıkları topraklardan. Dostlarını, komşularını ve doğdukları yerleri bir daha görememenin acısını ölünceye kadar taşıyacakları bir yolculuğa çıkarlar. Göçe zorlananlar bahçelerinde açan yaseminlerin kokusunu anılarda bırakarak düşerler bilinmez bir yola. Ve sefaletle tanışırlar o yolda.
"Küçük bir kız çocuğu hüngür hüngür ağlayan babasını teselli etmeye çalışırken çocuk masumiyetiyle, 'Babacığım neden ağlıyorsun ki?' diye sorar. En zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak birkaç parça eşyadan başka arabaya bir şey yüklemeye fırsat bulamayan ve yaklaşmakta olan 'düşman' yüzünden ailesini derhal oralardan uzaklaştırmak zorunda kalan baba, bir yandan gözyaşlarını silmeye çalışır bir yandan da küçük kızını teselli eder, 'Kızım' der, 'evimizi yurdumuzu bıraktık gidiyoruz. Biz gittikten sonra düşman gelir çiftliği talan eder. Allah bilir bir daha görür müyüz göremez miyiz.' Küçük kız küçük ellerini açar ve elindeki anahtarları göstererek, 'babacığım sen merak etme evden çıkarken kapıların hepsini kilitledim anahtarları da yanıma aldım. Düşman içeri giremez, onlar gittikten sonra tekrar evimize çiftliğimize döneriz' der. (Bu hikâye 1912 yılında şimdi Yunanistan sınırları içinde bulunan Yenicevardar da yaşanır. Balkan Savaşları'nda Osmanlı ordusu geri çekilirken oradaki Müslüman nüfus Anadolu'ya göç etmek zorunda kalır. Hafız Dede ve küçük kızı Kerime çiftliklerini dünya gözüyle bir daha asla göremezler.)
Yıl 1922'dir. Milyonlar için yaşamlarının dönüm noktası. Yunanistan'da 'Küçük Asya Felaketi' diye anılan bu felaketin ardından kitleler halinde gelen zorunlu göçerler, ülkenin toplumsal ve kültürel yapısında önemli değişikliklere neden olurlar. Yaşadığı çevreden ayrılmak zorunda kalan Rumlar, işsizlik, açlık ve sefaletle yüz yüzedirler artık ve rebetlerle aynı toplumsal yaşamı paylaşırlar. Göçerlerin büyük bir kısmı Rebetlere katılır. Sığınmacı işadamları da rebet müziğinin çalındığı kendi 'Kafe Aman'larını açarlar. Böylece, o zamana kadar Yunanistan'da hapishane ve tekkelerin sınırları içinde kalan rebet müziği daha geniş toplumsal çevrelerin duygularını dile getirmeye başlar.
Rebetisler tarafından çalıp söylenen rebetiko ayrı bir yaşamı, davranış biçimini, bakışı, duruşu karakterize eder. Rebetis kural dışıdır, asidir. Rebetis yoksuldur ve sisteme meydan okur. Eylemini ise müziğiyle, enstrümanıyla yapar.
Hayde bre Panayis! Panayis'in, İzmir'i bağımsızlığına kavuşturmak için hamile bıraktığı, İzmir'de 'minör'leriyle meşhur Adriana, bir kız çocuğu getirir dünyaya. Panayis, "Gel kayık, al beni/Pire'ye çıkar beni" derken ve bebek daha üç yaşındayken, "Gel kayık, al beni/İzmir'e çıkar beni" demeye başlar. "Panayis ve Adriana bebeği de yanlarına alarak o korkunç deniz yolculuğuna çıkarlar. İzmirli kadınlar ve nineler, bitmez tükenmez saatler boyunca, ağlamaklı bir ses tonuyla eski günlerden bahsetseler de, yabancılar ya da yaşlı Yunanlar yangının tanıklığını yapsalar da, yetmişlik bir dede Tuntas'ın bestelediği ve Stellakis'in yarım yamalak söylediği 'İzmir'in Yangınında' şarkısını yazmış olsa da, hiç kimse İzmir'i bu şekilde hatırlamak istemez. Herkes onu en güzel hâliyle, aşklarıyla, minörleriyle hatırlamak istiyor, 19. yüzyılın 'Aslan Askerleri' adını bile anmak istemiyordu. O zamanlar, o dizenin 1922'de bu kadar korkunç bir anlam kazanacağını kim bilebilirdi ki? Pire bir düşten, önce bir kurtuluş sahiline, sonra da mahşer yerine dönüşmüştü. Kurtulmayı başarabilmiş herkesi yüklenen gemiler, limandan limana dolaşacaklardı. Dünyanın bütün limanları ayrı bir topraktı sanki. Bu gezegenin tam anlamıyla bağımsız ayrı bir devleti... 
Sesiyle ağlar, sesiyle sever
Açların, zulüm görmüşlerin devleti... Burjuvalara göre yasadışı olanların, kenardakiler içinse dürüst olanların devleti... Duvarlar olmaksızın hapsedilenlerin ve mavi denizdeki özgürlerin devleti... Kaderin yüzlerine gülmediği, bataklıklarda, çadırlarda ve kamplarda rahat yüzü görmemiş, Yunan devletinin hoşnutsuzlukla kabul ettiği, göçmen sığınağına dönüşmüş Atina Devlet Tiyatrosu'nda bir loca bile bulmaya yetişememiş, İzmir'in zavallı göçmenleri... Çocukların 'On İkinci Gece'nin ve 'Sevgili Küçük Çoban' oyununun kostümlerini günlük birer elbise gibi giymeleri, rejisörleri ve izleyicileri olmaksızın bir tiyatro sahnesinde kendi oyunlarını, kendi trajedilerini oynamaları; dekor için boyanmış muşambaların battaniye niyetine kesilmesi, çıkınlarıyla, bohçalarıyla tüm bir dünyanın küçük bir tiyatro salonunun içerisinde uyuyup uyanması, dışkılaması, sevişmesi, tek başına savaşın mantıküstü fenomeni" iken, Panayis de, Adriana da, bebek de, o tiyatrodaki fenomenden Pire'nin göçmen barakalarından birine, rebetislerin arasına taşınırlar. Ve başlar Marika'nın hikâyesi...
İki Gözüm Marika'm, yoksulluğun ve göçmenliğin tüm acılarını yaşar, diğer tüm kadınlar gibi. Daha masal çağında, belki de annesiyle aynı kaderi paylaşacak bir kız doğurur. Aşık olur, terk edilir. Aşık olur aldatılır. O da acılarını rebetikoyla haykırır, tıpkı diğerleri gibi. Annesi Adriana, babası Panayis gibi. Sesiyle ağlar, sesiyle sever, sesiyle yaşar Marika.
"Ne mühteşem! Ne mühteşem! Evet, Marika, Marika! Duyulduktan sonra unutulması zor bi isim! İzmirli Marika! Ne mühteşem! İzmirli Rum Marika ve güzel İzmir için bi alkış alabilir miyim lütfan?"
Belki de buraya kadar söylediklerimi esprili ve bir o kadar da büyük olan bir İtalyan atasözüyle bitirmek en iyisi: Se non e vero, e ben trovato (Gerçek olmasa bile iyi uydurulmuş). 
Lemonadika'yı yaktılar
Gündoğumunda, çılgınlar gibi koşuşturan at arabalarının sesleri duyuldu. Dükkânın kapısı baltayla kırıldı ve on kadar aynasız içeriye daldı.
"Herkes ayağa, eller yukarı!"
Havaya ateş edildi. Bu "bam" sesi, "yeter sabrımızı taşırdınız" anlamına geliyordu.
Soulis sahnede, bulunduğu yere büzüştü ve korumak istercesine uduna sarıldı.
Kadın feryatları, panik ortamında devrilen masalar ve sandalyeler, zabitleri engellemeye çalışan diğerleri... Ne nargile kaldı, ne gaz lambası, ne buzuki ne de bir başka müzik aleti... Hazırladıkları şerbetler bile, susuzluklarını gideremeden yerlere döküldü; bardaklar un ufak oldu.
Thomas, sabırla ortalığın sakinleşmesini bekliyordu. Nihayet zabitlerin liderlerini yalnız yakalayıp sordu:
"Ne oldu gençler, kötü bir şey mi yaptık?"
"Bağışla beni Thomas, görev..."
"Bari Marika'yı götürüp orospularla aynı yere kapatmayın. O hâlâ saf bir çocuktur. Rahmetli annesine onu koruyup kollayacağıma söz verdim..."
"Tamamdır Bay Thomas, lütfen sesinizi çıkarmayın."
Ve sonra ellerine kelepçeleri geçirdiler.
Kitaptan 



17 Ocak 2010 Pazar

Küçük Şişenin İçindeki Yağmur: Aşk (Aşk Treni, Vasilis Aleksakis Çeviren: Şebnem Christakopoulos Literatür Yayınları)

Birgün Gazetesi-Sibel Doğan
Vasilis Aleksakis
Acılara batmamış bir aşk söyle bana
Yıkmamış kıymamış olsun bir aşk söyle
Bir aşk söyle sarartıp soldurmamış ama
Bir aşk yok ki paydos demiş gözyaşlarına
Mutlu aşk yok ki dünyada
Ama şu aşk ikimizin öyle de olsa” (Aragon)

“Aşk Treni Talgo” Yunanistan’da 24 yıl önce basıldı. O zamandan beri satışı hiç durmadı. 120 binden fazla baskı yaptı. “Yıldırım Aşkı” adıyla filmi çevrildi. Hem kadınlar hem erkekler tarafından büyük ilgi gördü. Biz de bu ilgiye mahzar kitabın yazarı ile mütevazı bir sohbet gerçekleştirdik.

Sibel - Aşk Treni Talgo’da aşkı yazan bir yazar olarak, zor biliyorum ama aşkı tanımlar mısınız?
Vasilis - Evet, çok zor bir soru. Ama diyebilirim ki; aşk gecelerin korkusudur. Gece olduğu için aşık oluyoruz, kendimizi bırakarak… Karanlık olunca akşamları karanlıkta arkadaşlığa ihtiyacımız olduğu için aşık oluyoruz.
Sibel - Yalnızlığı gidermek için mi yani?
Vasilis - Evet, hem korkuyu hem yalnızlığı…
Sibel - Acı olmasa aşk olur mu? Yani aslında, mutlu aşk yok mudur gerçekten?
Vasilis - Zor ve nadir olan aşk, o kadar güçlü ve yoğun bir duygu ki, birini kaybetmenin korkusunu yaratıyor insanda. Diğerini kaybetmenin korkusunu... Her zaman hem çok mutlu, ama bir taraftan da stres endişe yaşıyor aşık kişi.  Çünkü biteceğinden korkuyorsun. Sürekli, “o kadar mükemmel ki” deyip, kendi kendine sormaya başlıyorsun, “bu güzel şey sürekli olur mu, aynı şeyi sürekli yaşabilir miyim” diye.
Sibel - Aşksız yaşanabileceğine inanıyor musunuz? Aşkı “aptallık” olarak yorumlayan bir çok insan olduğunu düşünürsek…
Vasilis - Aptallık olarak düşünmüyorum ve inanmıyorum buna. Aksine aşkın yaratıcılık olduğunu düşünüyorum. Eğer birinin aşksız yaşama olasılığı varsa yaşayabilir, neden olmasın! Başka tip aşklar da var ama… İş aşkı var, sanat aşkı var, Tanrıya olan aşk var… Böyle yaşamayı tercih ediyorlarsa, yaşanabilir kılabilirler sanırım hayatlarını.
Sibel - Kitabı bir kadının ağzından, kadın duygusallığıyla yazmışsınız. Grigori’nin ağzından, yani bir erkeğin ağzından yazacak olsaydınız yine böyle acı çeken birinin romanı çıkar mıydı ortaya? Günlük tutmak biraz kadınlara has bir özellik malum…
Vasilis - Kadın ağzından yazdım, bir kadının ağzından yazmam şarttı.Çünkü kadın her zaman en sonunda daha fazla acı çekiyor ve kadınların aşkı daha gerçekçi ve daha yoğun yaşadıklarına inanıyorum. Grigori çok fazla yazmazdı herhalde. Yazsa da çok az yazardı ve çok fazla ilginç olmazdı.
Sibel – Şişede yağmur! Çok romantik… Kadın duyarlığıyla yazdığınız için bir kadının bu romantizmi yaşaması ve yaşatması doğal. Ama diğer yandan bunu yazan sizsiniz, bir erkek… Merak ettim, size hiç şişede yağmur hediye edildi mi?
Vasilis – (Gülüyor) Hayır. Ama ben yaptım. Bir tencereyle yağmur suyunu toplayıp kendim yolladım. Sonra da tencere yuvarlandı kapağını buldu!
Sibel – Bu tip ambiyanslar hep kadınların duygu dünyalarının eseri. Tabii, bana kalırsa öyle ama Grigori böyle bir şey yapabildiğine göre gerçekten aşık olmalıydı.
Vasilis- Grigori de bir ara gerçekten çok aşıktı. Onun için aşk bir dönem daha kısıtlı bir ihtiyaçtı. Çok fazla ihtiyacı yoktu. Grigori’nin en büyük sıkıntısı aslında Yunanistan. Yunanistan’dan uzak olması. Paris’te yaşadığı, Yunanistan’ı özlediği için Eleni girdi hayatına. Eleni Yunanistan’ı temsil ediyordu çünkü.
Sibel – Kitap ile ilgili tanıtım yazımda hüzün en çok kadına yakışıyor demiştim. Aşkın yakıştığı gibi... Ne dersiniz?
Vasilis – İnanıyorum evet. Bu ortak bir problem. Biraz eğitimimizin suçu. Öyle öğrenmişiz. Erkeklerin daha fazla önemi var. İnandığım, savunduğum bir şey değil, ama anneler çocuklarına bunları öğretiyorlar. Anneden çocuğuna geçen şeyler vardır ya, çok aptalca ama kadınlara hüznün yakışması eğitimimizden kaynaklanıyor. Erkeklerin de her zaman bir adım önde olması annelerin onları çekirdekten böyle yetiştirmesine bağlı. Buna kadercilikle bakmamalı. Bence kadınlara o kadar da yakışmıyor. Hüzün, mutsuzluk ve üzüntüler hayatın içinde değil. Olmak zorunda da değil. Ama aşk yaşanıyorsa hüzün de mutlaka yaşanacak. Her zaman bu tehlike var. Bu konuda hem fikirim. Aşk masala benzer ve bütün masalların da bir sonu vardır.
Sibel – Ne yazık!
Vasilis – (Gülümsüyor) Aşık olduğun için böyle düşünüyorsun.
Sibel – Kendinizi eve kapatıp, zırıl zırıl ağlayacak kadar, tüm dünyayla bağlarınızı koparacak kadar aşık oldunuz mu hiç?
Vasilis – Tabii ki…
Sibel – (Eşine bakıp soruyorum) Aşık mı evlendiniz?
Vasilis – (Gülümsüyor) Bu daha zor bir soru. Aşkı diğeri yanında olmadığı zaman daha iyi anlıyor ve yaşıyorsun. İlk eşimle evlendiğim zaman hiç acı çekmedim, hemen evlendim. Sanırım aşıktım. Ama hiçbir zorluk ve sıkıntı yaşamadım. Zorluklar ve sıkıntılar yaşadığın zaman ne kadar aşık olduğunu anlıyorsun. Ve tabii ki, aşıktım herhalde. Öyle düşünüyorum. 14 yıl beraber yaşadık. Az bir sene değil. Ha?
Sibel – Bunu da sırf merakımdan soruyorum, evlilik aşkı öldürüyor mu?
Vasilis – Öldürmüyor ama başka bir şeye çeviriyor. Başka bir şey yapıyor. Eski heyecanlar aynı değil. Sana tavsiyem az evlen! (Gülümsüyor) Az, çok değil…
Sibel – Derim ki, erkekler için kadınlar ikiye ayrılıyor. Evlenilecek kadınlar, eğlenilecek kadınlar. Erkekler bunu yapıyorlar, yapmıyorum diyen bence yalan söylüyor. Yani evliyken eğleneceği kadınlar giriyor hayatlarına. Hem düzeni bozulmasın hem de arada bir eğlenebilsin. Bence Grigori’nin yaptığı da bu. Grigori’ye ve diğerlerine bir ceza vermek gerekse ne olsun istersiniz? Seneler önce Deniz Türkali bir radyo programında gaz odalarına kapatmayı önermişti mesela…
Vasilis – Ne diyeyim şimdi ben buna? (Kahkahalar) Evliyken bir başkasına ihtiyaç duymak zaten o evliliğin bittiği anlamına geliyor. Kosta ile Eleni’nin evliliği zaten bitmişti yani. Bir kadın olarak siz söyleyin ama çok büyük bir ceza olmasın. Küçük, küçücük bir ceza olsun. Ayrıca Deniz Türkali’nin dediğini yaparsanız da dünyada hiç erkek kalmayacak. O zaman siz ne yapacaksınız? Bu çok sert bir ceza değil mi?
“Belki de yazdıklarını tam anlamıyla hissetmiyordun –insanın yazmasını bildiği sürece, aşık olmasa da, muhteşem aşk mektupları yazabileceğine inanıyorum- ama beni biraz olsun sevmesen, bana o yağmurlu şişeyi göndermeyi düşünmezdin. Bu ilişkiye benim son vermemden ve sonsuza kadar acı çekmekten korktuğunu hatırlıyor musun? Başka hiçbir şeyle meşgul olmak istemiyorum, başka hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. İyileşmeyi istemiyor da olabilirim; bu acı çok değerli, bizi birbirimize bağlayan bu acımdan başka hiçbir şey kalmadı.” Kitaptan






“Düşleyin, düşleyin, düşleyin... Düş, var olan en gerçek şeydir.” (Tanrılar Okulu, Stefano E. D’anna Alteo Yayıncılık)

Stefano E. D'anna ve Sibel Doğan
Cumhuriyet Kitap-Sibel Doğan                          
6 milyar insanın sabah kalkıp aynı şarkıyı, keder şarkısını söylediği bir dünyanın beynimizin içinde olduğunu söyleyen, bir harita niteliği taşıyan Tanrılar Okulu’nun yazarı, Avrupa Ekonomi Üniversitesi’nin Rektörü Profesör Doktor Stefanano E. D’anna,  geçtiğimiz günlerde Management Centre Türkiye ve Eventus tarafından bu yıl 4.sü düzenlenen Stratejist Zirvesi nedeniyle İstanbul’daydı.

Konferansa, pragmatik bir düşleyen ve bir eylem filozofu; bilim adamı, girişimci, eğitmen, iş adamı, ekonomist, sosyolog ve yazar olarak katılan; bölünmenin ölmek-yok olmak anlamına geldiğini, kenetlenildiğinde ise daha çok yaşanacağını, en önemli şeyin bütünsellik olduğunu söyleyen D’anna ile “düş”sel bir yolculuğa çıkmak isteyenler için kitap üzerine küçük bir sohbet gerçekleştirdik.

Sırtı yere gelmiş, yenilgiye uğramış bir halde iken ne oldu da bir anda mutsuzluk halinden sıyrılmaya başladınız? Sizi düşlemeye, kendinizi yenilemeye iten neydi? İpnotik uykunuzdan sizi uyandıran?
Bu kadın-erkek, herkesin yaşayabileceği bir durumdur. Aşırı bir mutsuzluk, aşırı bir tatminsizlik sonrası ortaya çıkan ruh halinin sonucudur. Eğer bir şeyin gerçekten sonuna, tam manasıyla dibine ulaşırsanız, bir şey olur. Bu öyle bir dip noktasıdır ki artık daha fazla devam edemeyeceğinizi, böyle sürdüremeyeceğinizi anlarsınız. İşte bu ‘Okul’la ve Dreamer’la tanıştığınız, karşılaştığınız andır. Bu daha önce olamaz.

Kitabı 20 yılda yazdığınızı söylüyorsunuz. Mahkumiyetten tam olarak 20 yılda kurtulduğunuzu, mücadelenizin 20 yıl sürdüğünü söyleyebilir miyiz?
Bir kere şunu açıklığa kavuşturalım. Ben bir kitap yazmadım. Ben notlar aldım. Mücadelesini verdiğim şeyler hakkında, bu mücadele sırasında yaşadıklarım hakkında notlar alıyor, bu yolculukta Dreamer’ın söylediği sözleri kayda geçiriyordum bu yirmi yıl içinde. O anda bir kitap yazmıyordum. Yazarken bile ne anlama geldiğini bilmediğim şeyler vardı. Ne anlam ifade ettiğini ya da ifade etmesi gerektiğini bilmediğim şeyler. Kimisi anladığım ama hak vermediğim, kesinlikle katılmadığım şeyler. Bunların bir şekil alması ve o şeklin bana anlaşılır gelmeye başlaması; anlamanın da ötesinde hak vermeye başlamam, doğruluğu önünde eğilmem zaman aldı. Bu zamanın sonrasında ortaya bu kitap çıktı. Dolayısıyla bu kitabı yazmanın 20 yılımı aldığını söyleyemem. Ama bir aydınlanmadan söz ediyorsak, evet, yirmi yıl sürdü.

Düşlemek ve istemek oluş sırasında aynı paralelde mi yer alıyor? Yani istemek için bir çeşit düşlemek diyebilir miyiz?
Suni bir bakış açısıyla ele alacak olduğumuzda aynı şey gibi dururlar. Ama gerçekte oldukça farklı şeylerdir. Dilediğimiz, arzuladığımız şeyler, ulaşılabilecek şeyler grubunda değillerdir ve acı verirler. Arzulamak her zaman acı verir. Ama düşlemek başka bir şeydir. Düşlemek, acının olmadığı bir platformdur her şeyden önce. Ana farkı kendi içinizde, vücudunuzda görebilirsiniz. Bir şey dilediğiniz anda aklınıza ilk gelen, zorluklardır. Bunun ne kadar zorlu olacağını, oraya asla ulaşamayabileceğinizi düşünürsünüz bilinçaltınızdan ve bunun baskısı ile ilerlersiniz yolunuzda. Ama düşlemek dediğimizde bir tür emin oluş, bir kendine güven vardır. Ve bu rüyanızı her aklınıza getirdiğinizde içiniz bir sevinçle dolar. Ve tabii bir şey daha; arzulamak zamanla ilgili bir şeydir. Düşlemekte ‘zaman’ yoktur.

Kitapta Dreamer’ın Antagonist’i diyebilir miyiz sizin için?
Bir anlamda evet. Ama bunu kitapta Dreamer’ın bir şey anlatırken kızarak ‘Sen’ ya da ‘Siz’ diye seslenmesinden hareketle söylüyorsak şunu bilmeliyiz, burada kastedilen sadece ben değilim, tüm insanlık. Ve bir de şu var. “Ben sizin en büyük antagonistinizim ya da düşmanınızım” diyor Dreamer, biz onun değiliz yoksa. Bunun sebebi de onun bizim kendimize karşı yaptığımız her şeyin karşısında olması. O, bize zarar veren her şeye karşı, bizim zorlanabilecek limitlerimizi temsil ediyor, önümüzdeki engellerin aşılabilirliğini temsil ediyor. Dreamer gibi devamlı senin daha iyi olabileceğini söyleyen, kendini sabote etmek için değil, iyiliğin için savaşman gerektiğini söyleyen biriyle devamlı birlikte olmak, onun gibi biriyle yaşamak, gerçekten zorlu ve bir o kadar da farklı bir şey. Birçok açıdan, o bizim kendimizi aşağılama çabalarımızın düşmanı. Bu çabaların sonucunda hastalanıyor, yaşlanıyor ve ölüyoruz.
Birçok zaman, insanlar ya da kitleler Dreamer’la karşılaştığı an türlü şekillerde onu yok etmeye çalışırlar. Çünkü onun dayanılmaz kuvveti ve bitmeyen eforu sadece yukarıyı, ilerlemeyi göstermektedir. Pinokyo’nun yanında konuşan cırcır böceği gibi. Biz ne yapıyoruz, onu çekiçle öldürmeye çalışıyoruz, çünkü tahammül edilmez buluyoruz.

Peki neden bu adam hep lüks içinde? Mutluluğun somut göstergesi para mı? Dreamer için söylüyorum.
Hayatınızdan korku ve şüpheyi kaldırıp benlik durumunuzu yükselttiğinizde, ne kadar çaba gösterirseniz gösterin fakir olamazsınız. Kendinizi mecbur bıraksanız bile bu mümkün olmaz. Zenginlik, kaderiniz halini alır. Herkes mutlu olabilir, ya da herkes fakir olabilir. Bu hiç zor değil. Yaptıklarımız yeterlidir buna karar vermeye.

“Dışımızdaki bir tanrısallığa, yani bedenimizin ötesinde bir varlık olduğu fikrine inanmak, dünyada en yoğun kabul görmüş boş inanış olup, insanlığın en büyük katillerinden biridir” diyorsunuz. Bu şekilde mutlu birçok insan var. Amaç mutluluksa eğer, oraya nasıl gelindiğinin ne önemi var? Herkes için mutluluk tek bir yolla olabilir mi?
Mutluluğun birçok yolu olup olamayacağını bilmiyoruz, fakat kesin bildiğimiz bir şey varsa, o da hangi yolun bizi kesinlikle mutluluğa götürmeyeceği. Bu da korku ve şüpheler yolu. Korku içinde iseniz her tür cennetin dışında kalacaksınız demektir. Mutluluğun birçok yolu, dolayısıyla birçok cennet olabilir. Ama içinizde korkuyla sizi onların hiçbiri kabul etmez. Bu yüzden İncil’de Adem’in cennetten kovulduğunda hissettiği ilk duygu korkudur. Tanrı ona neredesin diye sorduğunda, “Buradayım” der, “korku içinde”. Cennet dışındaki bir adamın ilk sözlerine bakın.

Yahudilerle ilgili bir bölüm var kitabınızda. (“Karşıt olan, bir kırık parçadır; bütünden kopmuş ve ayrılmış bir kırıntı... Bütünlüklerini yeniden bulamayanlar, o küçük parçayı getirip yerine koyamayanlar, onu dışarıda kendileri bulacaklardır; ama aynı Antagonist gibi, bu parça da çok daha büyük olacaktır... Bizim bütünleşmekteki eksikliğimiz dış dünyada canavarlar üretir. Bölünmüşlüğümüz karşılaştığımız şiddeti yaratır. Antagonist biziz. Kendini başkalarından ayrılmış hissetmek, bir gün olaylar dünyasında şiddet, saldırı, çatışma ve eziyet biçiminde şekillenecek bir iç suçluluğu beslemek demektir.”) Kendilerini dışladılar, bütünden ayırdılar ve başlarına onca felaket geldi. Ders almış oldukları için mi diğer devletlerle bütünleştiler, birlikte hareket ederek Filistinlileri katlettiler ve hala katletmeye devam ediyorlar? O halde Filistinliler de bütünleşmedeki eksiklikleri yüzünden mi İsrail canavarını yaratmış oluyor? Irak ve Afganistan için de böyle mi? Ve tabii daha eskilere gidersek Asuriler, Kürtler, Kızılderililer, Vietnamlılar, vs. çoğaltabiliriz.
Bu bir yorumdu tabii ki yalnızca. Ama sorunun devamı için hala da kimse için öğrendiler, ettiler demiyorum. Politikaya girme konusunda beni mazur görün çünkü benim işim bu değil ve ehil cevaplar veremem. Ben sadece şunu söylemek isterim, derslerini iyi öğrenmiş olduklarına inanmıyorum, çünkü derslerini iyi öğrenmiş olmak için en başta artık Yahudi olmamaları gerekiyor. Çünkü ‘anlamak’ demek, artık bir etikete ihtiyaç duymamak demektir, ama din etiketi ölene kadar üzerimizde olan bir etikettir. Biri “Ben çok zeki bir Yahudi’ye rastladım” diyecek olduğunda ben şunu söylerim, “Artık Yahudi olmayacak kadar zeki ne zaman olacakmış?” Bu bir Katolik rahibi için de söylenebilir. “Çok zeki bir Katolik’le karşılaştım” diyen birine de “Katolik olmayacak kadar zeki olmasına daha çok mu varmış?” derim. Bu, bizim bir şekilde ötesine geçmemiz gereken bir şey. Bir arkadaşım “Çok kötü durumdayız, çünkü biz Yahudi’yiz, bir sürü problemimiz var” diyordu. Ama ben sana yıllar yıllar önce rastladığımda da aynı şeyi söylüyordun ve Yahudi’ydin, hala Yahudi isen... Yani sizin durumunuz bu olduğu sürece bu biraz çözümsüz. Zaman içinde belli bir anlama noktasına gelmeli ve bu sayede ilerlemelisiniz. Dinlere ihtiyacımız yok.

Din dışında, milliyetler için de öyle mi peki?
Tabii ki. Benlik durumlarını arka planda bırakan her şey için geçerli bu. Burada önemli olan bu gezegenin insanı olmak, evrenselliğe ulaşmaktır. Sahibi olduğum okul da bunun için vardır. Burada bireylere akademik bir alan yaratırız. Bu alanda da dinlerin, milliyetlerin ya da başka hiçbir etiketin bir ayrılık yaratmasına müsaade etmeyiz.

Ben Iraklı olsam ve şu anda yaşayıp düşmanımı sevmiyor olsam, çünkü “düşmanını sev” diyor kitap, gerçekten ölüme mahkum mu oluyorum Dreamer’a göre? Ama zaten ölümle burun burunayım. Kendimi bağışlamam için ne yapmış olabilirim ki?
Bunun Dreamer’ın sözü olduğunu sanmıyorum. Bu Hazret-i İsa’nın sözü: “Düşmanını sev!” Dreamer bunu söylemiyor. Dreamer’ın söylediği, benim çok enteresan bulduğum ve ‘düşmanını sevmek’ kavramının evrimi olarak gördüğüm bir şey: “Düşmanın seni seviyor!” Bize öğretilen, bizim için imkansız bir şeydir, çünkü içinde bir çelişki var. ‘Düşmanını sev!’. Düşmanını seversen, o artık düşmanın olamaz. Ve eğer düşmanınsa, o zaman da onu sevmen mümkün değildir. Bunun yerine, bize yüzyıllardır, binlerce yıldır dayatılan bu deyiş yerine, Dreamer değişik bir öneriyle geliyor. Düşmanınızı sevmek için ekstra bir çaba sarf etmektense, ki ne kadar çaba sarf etseniz içindeki çelişki sebebiyle mümkün bir şey değildir, düşmanınızın sizi sevdiğini anlamaya çalışın.
Bana gece ve gündüz sizin için çalışan bir kurum ya da kişi söyleyin. Sizin gelişiminiz için, evriminiz için çalışmaktan usanmayan, sizi daha iyiye, daha ötesine götürme yolunda hiçbir mazeret kabul etmeyen. Tek cevap ‘düşmanınız’dır. Antagonistiniz. Karşı gücünüz. Sahip olduğumuz tek gerçek dost. Anne babalarımız bizi güçsüz düşürürler. Arkadaşlarımız aslında fakirleştirirler. Eşlerimiz sınırlarlar. Bizim iyiliğimize çalışan tek oluşum vardır. En kötü düşmanımız.

Kahramanın deyimiyle tüm ‘ikiyüzlülükleri’, bir kadının yaşamındaki yeriyle ifade buluyor. Tüm olumsuzlukları düşüncemizde yaratıyorsak, Guiseppona’nın deyimiyle; “ona göre bir kız” yaratamaz mıydı?  Niye bu okul kadınlar için de bir düşe yer vermiyor?
Bu kitap Profesör D’Anna’nın aynı zamanda iyi de bir portresi sanırım. Onun gibi bir adama asla aşık olmayın... Kitapta bir genelden ya da kimseden bahsedilmiyor. Bu benim hayatım aslına bakarsanız. Burada hayatım sıradan bir hayat yaşayan sıradan bir insanın sıradan düşünce yapısını ve sıradan arzularını temsil ediyor. Ve bu tuzaklardan nasıl olup da kurtulduğunu anlatıyor.
Kadınlara gelince, başıma gelmeleri benim için hep iyi şeylerdi. Benim durumumu göz önüne seriyorlardı. Dış dünyada, içimizde yaratmadığımız hiçbir şeyle karşılaşamayız. Dolayısıyla onlar benim iç dünyamı yansıtıyorlardı. Bu yönleriyle kusursuzlardı.
Şimdi asıl benim size bir sorum olacak. Bir hanım olarak, bir dişi olarak, sizin kitaptaki bu karakter hakkında görüşünüz nedir?

O kadınlarla olan ilişkileri dışında her şey çok güzeldi, ama sorunun devamına gelirsek, her şeyin sorumlusu kahramansa, hayatından çıkan her kadınla neden bir kutlama yaptı? Bundan kahrolması gerekmiyor muydu bunların sorumlusu olarak?
Jennifer... Jennifer’ı kutlamamdan bahsediyorsunuz. Bu kadınlar gerçek birer insandan çok birer semboldüler. Hayatımın o an denk geldiği düzeye karşılık gelen semboller. Dolayısıyla, ne zaman ki bir durumunuzu geride bırakıyorsunuz ve ötesine geçiyorsunuz, o zaman düşünme düzeyinizi yükseltiyorsunuz, bazı korkularınızdan arınıyorsunuz demektir. O zaman daha kaliteli ve sorumlu bir birey olabilme yolunda bir efor sarf ediyorsunuz demektir. Bunları yaptığınız an etrafınızdaki dünya sallanır. Ve bunun sonucunda sıra tüm bunların en zor kısmına gelir ve kabullenmeniz gereken bir gelişme ortaya çıkar: Etrafınızdaki insanlar değişir. Çünkü bu kişiler artık eski yerlerinde duramazlar. Siz değişirseniz, bütün dünya değişecektir. Hayatınızdan insanlar çıkmaya başlar, hayatınıza insanlar girer, işiniz değişir, eviniz değişir, ülkenizi bile değiştirirsiniz. Çünkü size bir şey dokunmuştur ve dünya sizin durumunuzu yansıtmaktadır. Dünya her zaman bize iç dünyamızda neler olduğunu söylemektedir dersek yanlış olmayacaktır.
Aynada gördüklerimiz için aynayı suçlayamayız. Anlatabiliyor muyum bilmiyorum. Size onun hayatımdan neden ayrıldığını söyleyemem. Tek bildiğim ayrıldığı. Çünkü yüzümdeki ifade bunu gerektiriyordu. O da ayna olarak bunu söylüyordu. Olup biteni yansıtıyordu. Hepsi bu.
Cehennemden kurtulduğunuzda, kendinizi bu insanlardan da kurtarıyorsunuz. Bir karar vermelisiniz. Cehennemde kalıp bu insanlarla birlikte mi olmak istiyorsunuz, yoksa oradan çıkıp onları bir daha görmemek mi? Bunun dışında bir seçenek olduğunu sanmıyorum. Bu yüzden Jennifer için üzülmeyin. O kesinlikle nerede olmak istiyorsa orada yaşıyor. Çünkü hayatımız kesinlikle onu ne şekilde değerlendirmek istiyorsak o şekilde vücut bulan bir şey.

“Herkes sizi gösterir. Çünkü herkesi siz yarattınız. Bu dünyayı siz yarattınız. Bu sizin dünyanız. Sizi arayan arkadaşınız sizsiniz. Çalışanlarınız, üstleriniz, aileniz, hepsi sizsiniz. Yay da, ok da, hedef tahtası da; hepsi sizsiniz.” Sizi de ben mi yaratmış oluyorum?
Evet, tabii ki. Bizim, benim sizin psikolojinizde, düşüncelerinizde şekillenmeden karşılaşmamız imkansızdı. İyi şeyler ve kötüleri; sadece psikolojimizden geçen şeylerle karşılaşabiliriz. Bu yüzden kazayı ancak düşlediysek geçirebiliriz, sadece zihnimizde düşlediğimiz insanlarla karşı karşıya gelebiliriz. Peki durum buyken hayatımıza neden daha iyi insanlar davet etmiyoruz? Neden daha güzel olaylar çağırmıyoruz? Çünkü bunun için bir okula ihtiyacımız var. Bunun nasıl yapıldığını anlatan bir okula ihtiyacımız var.

Ya Hitchcock! Alfred Hitchcock, filmlerinin bir yerinde mutlaka bir şekilde izleyiciye görünüyor, orada kim düşlenen yaratan, kim düşleyen yaratılan? Biz neredeyiz burada?
Lao Tzu, Teh Ching’in yazarı Çinli ünlü bir filozof, şöyle demiştir. Bu gece bir kelebek olmayı düşledim. Şu anda ise öyle bir durumdayım ki, bir kelebek olmayı düşlemiş bir filozof muyum, bir filozof olmayı düşlemiş bir kelebek miyim emin değilim. Dreamer’ın dışımızda bir canlı olup olmadığını bilmek istiyorsak, ben kendi adıma konuşayım, benim için bu fiziken bir başka insandı ve benim bu insanla karşılaşmam benim için gerçekten büyük bir olaydır. Ama birçok açıdan da Dreamer, içimizdeki, tek başına bizi Dreamer yapmaya yetecek sevgi dolu dünyayı, iç sesimizi temsil etmektedir. Dolayısıyla içimizde Dreamer olmaya hazır bir öz var. Ama farkında değiliz, harekete de geçiremiyoruz ve bir okula da işte bunun için ihtiyacımız var. İçimizdeki bu yönümüzü geliştirmek için.

Bu okula gidemeyecekler de kitabı okuyup uğraşacaklar o zaman, öyle mi?
Kitap bir nevi yardım sağlaması, bir köprü vazifesi görmesi için yazıldı. Bir kaçış planı, bir harita olabilmesi için. Bu kitap sayesinde, iyi niyet ile savaşıp ileri gitmek isteyen herkes için işler artık daha hızlı ilerleyecektir. Kitaptan önce bu daha zordu. Bu açıdan, kitabın artık yayımlanmış olması fazlasını bilmek isteyen herkes için gerçekten çok iyi oldu. Tabii ki kitap değişik amaçlara hizmet ediyor. Kimisi hazır buna, kimisi daha değil, ama olacaktır. Ancak kitap sonuçta herkes için, konuşan cırcır böceği gibi yanlarında duracaktır. Kitaplıklarımızda en uzak yerlere koyacak bile olsak.

“Kitlelerin gelişmesi olanaksızdır; ne bir devrim, ne ideoloji bunu başarabilir” diyorsunuz.
Bu doğaya karşı olurdu. Kitle ile birey farklıdır. Bunları birbirine karıştırırsanız ortaya çalışmayan bir motor çıkar. Kitleye ihtiyacımız olduğu kadar bireye, bireye ihtiyacımız olduğu kadar da kitleye ihtiyacımız vardır. Kitleyi bireylere dönüştürme fikri çok ayıp karşılanmamalı. Ama yine de bu dünya için çok büyük bir problem değil aslına bakarsanız, çünkü olma ihtimali çok yüksek bir şey değil. Böyle bir ihtimal pek yok. Kitleleri kolay kolay bireylere çeviremezsiniz. Ama aradan birilerini çekip çıkarabilmek yine de önemli bir şey.

Ama devrimlere inananlar hala var. Onlardan tepki almadınız mı bu kitaptan sonra?
Kesinlikle. Çünkü onların söyledikleri bizim bu kitapta anlattıklarımızın, Dreamer’ın söylediklerinin tam karşıtı şeyler. Dışarıdaki dünyayı değiştirmekten bahsediyorsak, kendimizin o dünyadan daha iyi olduğunu düşünüyoruz demektir. Bizim bir yerlere vardığımızı, dünyayı da oraya doğru itmemiz gerektiğini düşünüyoruz demektir. Dünya hala oralara varamamıştır çünkü. Devrimci düşüncede biz bir şeyleri aşmışızdır, ama dünya aşamamıştır. Bu da devrimcilerin dünyanın bizim aynamızdan ya da kendi aynalarından başka bir şey olmadığını hala anlamadıkları gerçeğine götürür. Dış dünyada gördüğümüz her şey, tüm kirlilikler, politik görüşler, her şey, bizim kendi içimizde sahip olduğumuz şeylerdir. Kitap da bu vizyonu alt üst etmekle ve içeriden dışarıya doğru ilerlemekle ilgilidir. Ekrandaki görüntüyle oynayana kadar, ona o görüntüyü yansıtan projektörle uğraşmamız gerekir.

Kitabı okuduktan sonra yaratmamı sağladığınız o muhteşem havai fişek gösterisi için teşekkür ederim.