18 Mart 2010 Perşembe

Ve o yıllar “insanları aldatmak daha kolaydı." Fotoğraflarla 20. Yüzyılın Sosyal Tarihi - Getty Images - Literatür Yayınları

Sibel Doğan

Koca bir yüzyılı kısacık bir yazıyla anlatmak, bir aşkı sayfalar dolusu anlatmak kadar zor. 
Aşkı bilmeyen anlamaz. Hissiyatımı kağıda dökme çabamı. Biriktirdiklerimizle anlıyor ve kavrıyoruz ya karşımızdakinin içindekini…

“1900’ler… İnsanlar müzikolleri, kabareleri, vodvil tiyatrolarını, dans pistlerini, film salonlarını ve kafeleri hıncahınç dolduruyordu. Bir bardak şarap ve biranın yanında ucuz bir puro herkese kendisini Rockefeller gibi hissetme şansı veriyordu. Kadınlar halka açık yerlerde sigara ve içki içmeye her tür sporu yapmaya başlamıştı. Bu arada araba kullanmayı ve çocuk sahibi olmamayı da öğreniyorlardı (ilk beceri çok daha kolay edinilebiliyordu tabii).

1910’lar… 1910 ile 1920 yılları arasındaki on yıl, 20. yüzyılın sıkıntılı gençlik yıllarına tanıklık etti. Protesto, saldırganlık, hüsran, endişe ve acı yanılgıların yaşandığı yıllardı. On yıl önce yeni yüzyılın getirdiği umutlar, 1924 ile 1918 yılları arasındaki Dünya Savaşı’nın kitle katliamıyla doruğuna ulaşan savaşların, devrimlerin, grevlerin ve silahlı ayaklanmaların yaylım ateşinde tümden yok edildi.

1920’ler… Ona Caz Çağı dediler, ancak bu çağ Jelly Roll Morton ya da Bix Beiderbecke’in ürettiği herhangi bir müzik parçasından daha çılgındı. Yirmili yıllar ilerlemeye başladıkça genel grev, doğum kontrolü, çarliston, radyo ve Rudolp Valentino hayatın farklı olacağını kanıtladı. Yıllar geçtikçe insanlar Hitler, Mussolini, Stalin, Hirohito ve Otuzlar’da tam bir ürkütücü anlam kazanacak olan diğerlerinin adlarına alıştılar. Sanatta Isadora Duncan dansın ruhunu serbest bırakmıştı, fakat bir trajik araba kazasında kendi boyun atkısıyla boğularak öldü. James Joyce yazımda yerleşik noktalama sistemine karşı çıkarak üne kavuştu.

1930’lar…

1940’lar… Silah ve cephane hariç, her şeyin kıt olduğu bir dönemdi. İnsanlar özgürlük için savaştılar, zafer için uğraştılar ve kurtuluş için dua ettiler. Anne Frank’ın Hatıra Defteri yayınlandı. George Orwell Hayvan Çiftliği ve 1984’ü yazdı. Bertrand Russell Batı Felsefesi’nin Tarihi’ni kaleme aldı. Batı uygarlığı hakkında ne düşündüğü sorulduğunda Gandhi, “Sanırım…” dedi, “çok iyi bir fikir olur.”

1950’ler… Sigara ile kanser arasında bir bağlantı olabileceği söylentisi henüz etrafı sarmış değildi. Hula hoop kalçaları inceltiyordu. Ve Tanrı Brigitte Bardot’yu yarattı.

1960’lar… Nelson Mandela ömür boyu hapse mahkum oldu. Yunanlılar krallarını tahtından indirdi. Bolivya’da Che Guevera, İsrail’de Adolf Eichmann ve Vietnam’daki My Lai köyünün savunmasız halkının kaderi vahşice öldürülmek oldu. Marlin Monroe aşırı doza kurban gitti, Elvis Presley aşırı yeme hastalığının pençesine düştü. Beatles sürekli olarak “ALL YOU NEED İS LOVE” (tek ihtiyacımız olan aşk) diyordu, ama yeterli değildi.

1970’ler…Yetmişler, olağanüstü kadınlar ve Süpermenler dönemiydi: Kadınlar cephesinde genç Thatcher, Kalkütalı Rahibe Teresa, siyah militan Angela Davis ve feminist hareket. Testesteron cephesinde Ho Şi Minh, Sylvester Stallone, Muhammed Ali, Ayetullah Humeyni ve Jesus Christ Superstar müzikali. İster sevelim, ister nefret edelim, göz ardı edilemeyecek insanlardı hepsi.

!980’ler… Modern sinemada sık sık rastlanan senaryolarda olduğu gibi, 20. yüzyılın sonu yaklaştığında, dünya iyiden iyiye kritik bir noktaya gelmişti. Zenginle yoksul, iktidarla halk, işgücü ile sermaye arasındaki gerginlik giderek arttı. Demokrasi hükümetlerin temeli değil aracı olmaya başladı. Komünist rejimde eksik olan kişisel özgürlük, sistemin sunduğu güvenceden daha fazla önem kazandı. Piyasada artık yeni birileri vardı; yeni yerlerde. Yeni yüzler. “Seksenlerin Parlak Genç Kadroları”, yuppie’ler ortaya çıktı; kibirli, hırslı, çalışkan ama uzağı göremeyen.

1990’lar… Körfez Savaşı, Colin Powel ve “Çöl Fırtınası” Norman Schwarzkoph’a şöhret, Kürtlere anlık da olsa “haber değeri” kazandırdı. Çeçenistan’daki savaş ise milyonlara sefalet getirdi, ama kimse şöhter olamadı. Bill Clinton ABD Başkanı olarak sekis anni mirabiles (muhteşem yıl) yaşadı; yüzündeki gülümsemeye bakılırsa her yılın keyfini çıkardı.”

2000’ler… 24. Tüyap Kitap Fuarı yapıldı. Kıt kanaat yola çıkıldı. Uzun çok uzun dakikalar ve kuyruklar boyunca beklendi. Buram buram nostalji kokan, artık dedenizin ve anneannenizin köyüne ulaşmak için bile kullanılmayan bir otobüsle yola koyulundu. Yine uzun çok uzun dakikalar ve İstanbul trafiğinin ardından, en sadık aşkınızla buluşma yerine varıldı. Kılık kıyafete çeki düzen verilerek o büyülü dünyaya adım atıldı. Aşkı yaşamayanların anlamayacağı gözlerle bakışılmadan tüm standlar dolaşıldı. 5 yaşındaki çocukların sürükleyerek taşımaya çalıştıkları kitaplara gülümsendi. “Biraz daha indirim yapamaz mısınız?” diye yalvarıldı. Okunmak istenen ama alınamayan daha nice kitapla vedalaşıldı. Daha 6 aylıkken kitaplarla tanışan bebeklere imrenildi. Okunmuş ve heyecanlanmaya sebep olmuş kitaplar, hiç tanımadığınız insanlarla paylaşıldı, yine aynı heyecan ve neşeyle. Ve aşkla. Yeni insanlarla tanışıldı. Yorgunluklar paylaşıldı, ama anlatılan hikayelerle biraz olsun azaltıldı. Neden sonra, koli bantlarının senfonisiyle terk etmeye hazırlanılırken sevdayı, hazırlanan yorgunluk kahvesiyle, kitaplara (özür dileyerek) sırt dönüldü. Ve olan oldu… Başka her şey anlamını yitirdi. “İnanamıyorum!” dendi. Utanılmasa gözyaşları salınıverilecekti. Böyle bir birliktelik, böyle bir “bir” olma durumu, böylesine zaman tanımaz bir aşk başka bir fotoğrafta, başka bir yerde, başka bir yaşamda görüldü mü acaba diye hafıza zorlandı, ama akla gelen aşk şiirleri oldu. “Ben sana mecburum bilemezsin” dendi, “ben sende bütün aşklarımı temize çektim” dendi, “ben seviyorsam sen bahanesin” dendi, “mutlu aşk yoktur” dendi… Gerçekten bir yastıkta kocanıp zamanın hiçbir haline, olayına vs. yenilmemiş ölümsüz birlikteliklere kaldırıldı kahve bardağı. Tam da masallarla kandırıldığımı düşünmeye başlamışken…

1930’lar… Stanton Horcourt’lu Bay ve Bayan Townsend, evliliklerinin altın yıldönümlerini kutluyor, Oxfordshire, Mayıs 1939. Birbirlerine “eskisi kadar aşık olduklarını” açıkladılar. Evlendiklerinde radyo, motorlu uçuş, otomobil ve sinema yoktu.

Ve o yıllar “insanları aldatmak daha kolaydı. Isle of Man’li genç bir kız konuşan bir gelinciğinin olduğu konusunda ailesini, gazeteleri ve her şeye inanan kamuoyunu kandırmayı başardı. Kont Victor Luslig hileyle Eiffel Kulesi’ni hurda olarak sattı. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder