24 Şubat 2015 Salı

Hayattasın ve Yok Bunun Telafisi


Yıllar önce izlediğim bir videoyu hatırlıyorum. Bir deney yapılıyor, sanırım Petersburg’da. Bir sitede adamın biri, bile isteye gürültü yapıyor. Her gece. Bateri çalıyor ve bekliyor. Gürültü yapıyor ve bekliyor, gelecek tepkileri. Tepkiler müthiş. Önce yazılı bir kâğıtla uyarı yapılıyor adama, site sakinleri tarafından. Gürültü devam ediyor ama. Bir gece topluca kapıya geliyorlar. Şikâyet gırla. Polis de çağrılıyor bir başka gece. Sonra adam bir gün, deneyin amacı için hazırlanmış kaydı açıyor bilgisayardan, daha önce kaydedilmiş sesi sonuna kadar açıyor ve oturup bekliyor. Kolonlardan gelen ses bir kadına ait. Çığlıklar atıyor kadın. Karı-koca kavgası sırasında kadının dayak yerken attığı çığlıklar. Bilin bakalım ne oluyor? Çoluk çocuk, genç yaşlı tüm site halkı kapıyı kırıp kadını adamın elinden almaya kalkışıyorlar. Demeyi çok isterdim, ama değil. Gürültüden şikâyet edip duran o site sakinleri var ya, evlerinde huzurla oturuyorlar. Ne tuhaf değil mi? Çiğ süt emmiş insanoğlu her yerde aynı galiba.

Korkmayın, bu yazının konusu kadınlar değil! (Konu kadın olunca okumadığınızı bildiğim için bu notu düştüm.) Konu; kadını da içine alan, sürekli tartıştığımız insanlık durumumuz. İnsanlık için, insan olma çabamız ve insan dâhil (!) yaşayan her canlı için (hamam böceği dâhil) adalet arayışımız.

Haydi, konuyu genelden alıp biraz daraltalım. Özellikle de Charlie Hebdo saldırısı sonrası “oh olsun” diyen siyasal İslamcılar ve nadan ehli insanlar karşısında, özgürlüklerine sonuna kadar bağlı bir grup azınlığın (!), bağnazlıkların dayattığı ölümcül mukayeseler karşısında yaşamak sancılarına inelim. Onlara rağmen onlar için de; duyguda, ilişkilerde, sokakta, markette, otobüs kuyruğunda, saray basamaklarında, devlet dairelerinde, yatakta, pis bir dezenformasyona maruz bırakıldığımız TV ekranlarında adaleti inşa etme ve başkası için de bağıra çağıra talep etme meselesine sürünerek de olsa gelelim.

“Adaletsiz güç ve güçsüz adalet... Her ikisi de büyük felaket.”

Madem söz Petersburg’la başlayıp Fransa’ya geldi, sözün Fransız ustalarına da değinmek isterim. Andre Gide’den okuduklarımı referans alarak. Çünkü dünyanın savaş ve bunalım içinde geçen yıllarına tanıklık eden ve bu olumsuz olguların insanlar üzerinde yarattığı karamsarlık ve değersizlik duygularına tercüman olan ve varoluşçu felsefenin yapı taşlarından biri olan Sartre’a göre, “son otuz yılın Fransız düşünce yaşamı; Marx, Hegel, Kierkegaard gibi düşünürlerden etkilenmiş olsa da, zorunlu olarak Gide’e göre tanımlanacaktır.” (1869-1951)

(Neden Kur’an’ı referans almıyorum değil mi, Müslüman bir ülkenin vatandaşı olarak? Herkes bildiğini söylesin diye! Ve dil kendinde olmayanı söyler diye!)

Efendim, Andre Gide, 13 Mayıs 1912 tarihinde Rouen Cinayet Mahkemesi’ne jüri üyesi seçilip, katıldığı yargılamalarla ilgili anıları (ilk kez 1914’te) basında yayınlandığında büyük yankı uyandırdı. Çünkü dili “adalet” diyor, ruhu adaletsizlik karşısında acı çekiyordu.

Yapıtında da belirttiği üzere o, adaletle ilgisini yaşamı boyunca sürdürmüştü. Ve, düşmanı olduğu önyargıların, dogmacılığın kuralcı adalete yansıyan uzantılarını; yargılayanlarla yargılananların açmazlarını, çelişkilerini, yanılgılarını; özetle adaleti adalet olmaktan alıkoyan her şeyi, çuvaldızı kendisine de batırarak acımasızca ve ustaca sergiledi. (“Oylumu küçük ama düşün gücü büyük olan bu yapıtı okurken; Gide’in, neden Suç ve Ceza’nın, Karamazov Kardeşler’in yazarını, en iyi anlayan ve anlatan düşünür olduğu daha iyi anlaşılacak.”)

Gide’in jüri üyeliği ve dolayısıyla tanıklığını yaptığı mahkemenin sanıklarının suçu aslında varoluşlarıyla ilgili. Savunmasız ve yoksul. Yalnız. Yoksulluk ve toplumsal statüsünün getirdiği çaresizlik onları anlamsız ve saçma sapan bir dünyada yalnız bırakıyor. Uğruna mücadele edecekleri ve tabii sanık durumuna düşmelerine sebep tek şey, yeryüzünde kapladıkları alanın devamlılığını sağlayacak olan yaşamsal ihtiyaçları...

Tüm sanıkları tasvirinde yoksulluk ön plandadır Gide’in ve sanıklarda hayata dair tek belirti, karın tokluğuna yaşadıkları dönemde, suçlayan bakışlar ve mırıltılar arasında yargıcın sorularına verdikleri kısacık yanıtlardır.

Tıpkı Kafka’nın kahramanları, özellikle Dava’nın kahramanı Joseph K.nın yargılandığı mahkeme gibi, Gide’in mahkemesi de bildiğimiz mahkemelere benzemez.

Joseph K. yargılanırken ona bir rahip vaaz verir. Bu sırada bir katedraldedirler. Joseph K. rahibe suçsuz olduğunu, her şeyin bir yanlış anlamadan ibaret olduğunu söyleyerek ondan bağışlanması için kendisine yardımcı olmasını söyler. Rahibin yanıtı kesindir: “Ama bütün suçlular böyle söyler.”

Biz, bir süredir uzun yanıtlarla suçunu, suçlayarak bastıran “kul hakkı” yiyicilerinin (ruh emicileri gibi) varlıklarına dair haberler izlesek de, o günlerin Fransa’sında da bugünün Türkiye’sinde de yoksullar için durum aynıdır aslında. Kısacık yanıtlarla, hatta bazen yanıt verme hakkının da elinden alınarak önüne atılan ekmeğe boyun eğmek!..

İsa bir gün yeryüzüne inerek, insanları gizlice iyileştirmeye başlar. İnsanlar tarafından tanınınca da Engizisyon’un başyargıcı kardinal onu tutuklatır. Bir gece kardinal, İsa’yı hücresinde ziyaret edip, “Her şeyi tekrar mahvetmene kilise asla izin vermeyecek” der. İnsanların bir otorite ve bir mistik mucizenin peşinde olduğunu düşünen kardinal, “Sen şeytanın yaptığını yaparak onlara sadece ekmek vermeliydin. Fakat sen onlara özgürlüklerini verdin. Söyle bana ne işe yarar özgürlük, eğer itaat ile ekmek satın alınamıyorsa? Onlara nasıl yaşamaları gerektiğini biz söyleyeceğiz. Bütün kararları onlar adına biz vereceğiz ve onlar da kendilerini bize gönül rızası ile teslim edecekler... çünkü biz onları yaşam hakkında düşünmek ve özgürce seçim yapmak zahmetinden kurtaracağız.”

Engizisyon deyince, içimiz rahatlıyor (mu?), Ortaçağın o karanlık dönemleri çok gerilerde kaldı diye. Savaş, ölüm, hastalık, açlık, katliam, belirsizlik... Toplumsal tüm kuralların din otoriteleri tarafından belirlendiği, insan ömrünün ortalama 30 yıl sürdüğü entrika çağı... Ve sonrasında, şimdisinde, 21. yüzyılını idrak eden insanlığın masadaki yerini inancının, kanının belirlediği bir dünyanın artık çok gerilerde kaldığına ikna edilmeye uğraşıldığımız entrikalar çağı... Çok şeylerin değiştiği, her şeylerin aynı kaldığı tuhaf paradokslar cangılı… “Ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın...”

“Aslında yokum ben bu oyunda / Ömrüm beni yok saysın…”

Tolstoy’un bir sözü var, onunla kapatayım bu sonu gelmeyecek ucu bucağı muamma muhabbeti. “Mutlu olmanın tek bir yolu vardır” der Tolstoy, “başkaları için yaşamak!”

Romantizmden ölsek iyiydi, din yüzünden ölüyoruz. Öldürülüyoruz. Öldürme güdüsünün şehvetiyle heykeli dişleyen bir yamyamı hatırlıyorum. Ortaçağın karanlık günlerinden değil, insana dair tüm umutlarımızı yerle bir eden bu sahne, bu topraklar üzerinde yaşandı, Sivas Katliamı sırasında..! Çok uzak bir geçmişten bahsetmiyorum. Ne yazık ki her an yenilerini yaşatma potansiyeli taşıyan, bu dünyaya ait olmadığımız hissini yaşatan birtakım insanlar tarafından aynı karanlık söylemlerin uçuştuğu günler bu günler. Nasıl? Bizzat “siyasal engizisyon” eli ve beyniyle!

Laf lafı açıyor. Şimdi bunun üstüne romantik iki lafım daha var: “Sürekli başkalarından yakınan bir havariye Üstad şu öğüdü vermiş: Eğer huzuru arıyorsan, başkalarından önce kendini değiştirmeye çalış. Bir çift terlik giymek, tüm dünyayı halıyla kaplamaktan daha kolaydır.”

Komşuları Şiddet Gören Komşunun Dramı

Bu eve taşındığımızdan beri Türkiye gündemini, nefret dilini, ölümleri, çaresizliğimizin yıkıcı etkisini, tüm TV kanallarından bize bağırıp duranları, sürekli ve bilinçli olarak aptal yerine konduğumuzu vesaire vesaire vesaire.., bir anlığına da olsa unuttuğumuz sürece mutluyuz. Hâlâ kahkaha atabiliyoruz mesela.  (Bizi cinnet sınırında gezdiren faşizm karşısında) demek ki ya sağlıklıyız ya da oynattık farkında değiliz. (İkinci ihtimal üzerinde durmak, daha doğrusu durmadan geçmek sinirlerimize daha iyi geliyor.)

Gözümüzü açtığımız anda başlıyor etiğini yitirmiş haber bombardımanı. (O haberlerin diline de değinmek lazım ama bu yazı, komşu olmanın dramı hakkında.) Kendimizi uykuya zorladığımız bir gece, bize ve ülkenin yarısına olan nefretini şehvetle püskürten ‘akıl almazın’ son akla ziyan konuşması üzerine kritik yaparken farkına vardık. Gün ışırken güneşi müjdeleyen kuşların şarkılarını duymayalı, aşk üzerine konuşmayı unutalı çok olmuş. Aşkı konuşmaktan hicap duymamıza sebep, Gezi günlerinden beri süren üzüntümüz. (Aşkı da yazmalı ama bu yazı, şiddet gören komşu için üzülmekten başka bir şey yapamayan komşunun dramı hakkında.)

Bir yandan tartışma programının diğer yandan internetin açık olduğu, kendimizi habere gömdüğümüz bir gece başladı komşuluk hikâyemiz. Aslında, taşınmaya çalıştığımız sırada, aldığı alkol nedeniyle ayakta zor duran karşı komşumuzun; "kimden izin aldınız, taşınırken" şeklinde şuursuz cümleler kurarken bir saçmalığa uyanan karısının, "bu olsa olsa bizim iyi yürekli ama içince bozulan adamın sesidir" diyerek kapıya fırlayışıyla başladı komşuluk hikâyemiz ama onun çözümü kolay. Alkollü zamanlarına denk geliriz ve Allah muhafaza muhatap oluruz diye kapıda duran çöplerini, hazır bizim çöpleri de atıyorken atmamaya başlayarak koruduk kendimizi, kendimizce!

Özgecan cinayeti üzerine oluşan toplumsal duyarlılık -tüm sakat yanlarını bir kenara bırakırsak- şahane! Ama mesele şu ki; kadınların, kadın örgütlerinin yıllardır verdiği mücadelede aldığı yol bir adamın diliyle saldırıya uğruyor. Kadınların şiddete maruz kalmasına sebep bu erkek egemen dilin hedef gösterdikleri olarak tacize, tecavüze isyan ederken beynimiz de duhule uğruyor. Dolayısıyla çözüm arayışları bir duvara tosluyor ve o duvarın olduğu yerde komşunun dramı başlıyor.
  
Özgecan cinayetinin üzerinden iki gün geçmişti ki Çengelköy'de kocası tarafından parçalara ayrılmış bir kadın cesedi bulunduğuna dair bir haber düştü gündeme. Ertesi gün, polise haber vermeyen 'duyarsız' komşular yargılandı. "Saat 19.00 sıralarında çığlık sesleri gelmeye başladı. Ara ara boğulma sesi gibi bir ses geliyordu. Televizyonun sesini kıstım. Sesler 5 dakika içinde kesildi. Sonra diğer komşumuz beni aradı, ‘ses sizden mi geliyor’ dedi (demek ki o evde de şiddet var!), ben  ‘yok’ deyince, alt kat komşunun kavga ettiğini düşündük. Daha önceden de bu şekilde kavga ediyorlardı. Bu yüzden aşağıya inip kapısını çalmadım. Ama çok farklı bağırıyordu. " diyordu komşu, "çok iyi bir insandı" dediği kadının bir duvar ötede parçalara ayrılışı üzerine konuşurken.

Parçalanan kadınla değil, komşuyla empati kurdum. Bir gün benim de böyle bir olay üzerine konuşma ihtimalimden yola çıkarak... "Sürekli kavga ediyorlardı. Yine öyle bir kavga sandık..." İçim çekildi, devamını kurgulayamayacağım! 
İki yan ve alt kattaki dairelerde, taşındığımızdan beri, mütemadiyen kavga var. Bazen gece yarısı uykumuzdan uyandığımız oluyor, bağırıştan. Bağırış diyorum çünkü sadece erkek sesi duyuluyor. Güne kavga sesleriyle başladığımızın sayısı bir hayli. En şiddetlisi alt kattaki. Eşyalar kırılıyor, küfürler, tehditler gırla. Bir defasında 48 saat aralıksız sürdü kavga. Kadın sesi bir defa duyuldu, bir eşyanın kırılma sesinden sonra: "Kırdın işte!"

Gürültüye karşı tetikteyiz. Tıpkı o, parçalara ayrılan kadının komşuları gibi televizyonun sesini kısıp müdahale etmemizi gerektirecek boyuta ulaşır mı diye bekliyoruz. Ve her kavgada ne yapabileceğimizi konuşuyoruz. Gidip konuşsak mı dedik ama riskli. Böyle bir dışarıdan/komşudan müdahale kadın aleyhine çözümsüzlük yaratabilir ve kadını daha zor bir durumun içine sokabilir. Üstelik öfkenin bize yöneltilmesi ihtimali de söz konusu. Adam öfkeli. Hayat(ın)a olduğu belli! 
Bir ara, belki belediyelerin, aileler için psikolojik danışmanlık hizmeti vardır dedik (çiftler boşanmasın diye uğraşıyorlar ya hani!) ama yokmuş. Yeğenlerimin okulundaki, boş bir arsayı mesken tutmuş sarhoşları şikayet etmek için ya da çöp yığılmış bir köşeye çözüm bulunsun diye belediyeyi arayıp duran ve belediyenin hizmetlerini iyi bilen velilerle konuştum. Çözüm yerine, onların komşularının başına gelen şiddet hikâyelerini dinledim. Çaresizler. Dinliyorlar sadece. Niye? Bağırmayı, tepemizdekiler gibi günlük yaşamın rutini haline getiren komşuları bir gün şiddet mağduru kadını öldürür mü diye!

Bir hafta sonu yine erk-eğin bağırışlarıyla uyandık. Bir başka evde yaşanan şiddetin komşuda yaratacağı tahribatı düşünün! Hele de, her ölüm haberinde (düzenli olarak öldürülüyoruz, malum!) gözüne uyku girmeyen komşuysa bu, yeterince yıpratılmış sinir sistemlerinin vay haline!

İşte o sabah Aile İçi Şiddet Hattı'nı aramaya karar verdik. Arayıp durumu izah ettik. Diğer evlerde de aynı durum söz konusu ama alt katın psikopatı, "seni boğarım, öldürürüm" diye bağırıyor, "acil olan bu" deyip durumu bildirdik, ne yapabileceğimizi sorduk. Ve birkaç defa üst üste aradık. Aile İçi Şiddet Hattı tarafından yönlendirilen polisler önce binayı bulamamışlar ve gitmişler. Tekrar anlattık, ayrıntı verdik, "pencerede bekleyelim" dedik, vs. Sonunda bulmuşlar. Kapıyı kadın açmış, "yok öyle bir şey" deyip polisleri yollamış. Elimiz kolumuz bağlandı. Çözümsüz kaldık. Biz, kadına ulaşma yolumuzun kıstırılmış durumdaki kadın tarafından engellenmesinin yüzümüze çarptığı sosyolojik durumun vahametiyle bakışırken Aile İçi Şiddet Hattı'nın bize tavsiyesi şu oldu: "Evden iyice emin olun, tekrar arayın"! "Alt katımızdan gelen sesten emin olmamamız imkânsız" dedik ama nafile, yasalar çerçevesinde onların da elinden gelen buymuş! Sonra, belki sahiden de yanılıyoruzdur deyip yöneticiyle konuşmaya karar verdik. Yanılmıyormuşuz. Ama sorun şu ki; bir ‘sus’ işaretiyle susturulduk. Şimdi kadının dramı ve komşunun dramıyla birlikte ‘sus’ işaretinin dramı da sıcak havayla birlikte asılı odalarımızın tavanında.

Potansiyel bir katille komşuyuz ve yapacak hiçbir şeyimiz yok! Peki, durum bu diye boş mu duruyoruz? Hayır. En az, bu ülkenin yalanlar üzerine kurulu vıcık vıcık siyasetini, vicdansız bir erk tahakkümüyle toplumun her kesimine zerk edilen pespayeliğini konuştuğumuz ve naçizane çözüm yolu aradığımız kadar, bu komşumuza ulaşabilmek için de yollar arıyoruz. Amma velâkin;

Komşu komşunun külüne muhtaç değil artık, komşu komşunun gücüne muhtaç!